Hamidizm ve Kemalizm sarkacında nefesi daralmış şu ülkede, hem suiistimale uğradığı hem de sahipsiz kaldığı için doğru değerlendirilmeyen bir büyük imkândır II. Meşrutiyet. Eski istibdadın taşıyıcıları yeniden o düzene dönme fırsatı kollamasa, yeniler içinde rekabet halindeki zümreler ise onu kendileri lehine bir oligarşi inşası için fırsat gibi görmese, kuvvetle muhtemel ki, II. Meşrutiyetin ardından bu ülke demokrasiyle tanışacaktı. XIV. Louis’den miras katı bir otoriter yönetim geleneği adım adım Fransa’yı 1789 Devrimine ve sonrasında ‘kendi evlatlarını da yiyen’ devrimci şiddetin dehşetine maruz bırakır ve sonraki yüzyıl boyu Fransa cumhuriyet ile monarşi arasında gidiş gelişler yaşarken İngilizlerin 1688-89’daki ‘şanlı’ ve ‘kansız’ inkılab ile şiddete mahal bırakmaksızın demokratikleşmenin kanallarını açmasına benzer şekilde, II. Meşrutiyet de demokrasiye yumuşak geçiş için bir imkân niteliği taşıyordu.
Gelin görün ki bu büyük imkân, ilkenin egemenliği yerine sen-ben kavgası içinde heba edildi.
Bu şartlarda, Sultan II. Abdülhamid’in istibdadının son demlerinde, doğup büyüdüğü diyardaki şartların eğitim yoluyla düzeltilmesi umuduyla 1907’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman bir türlü ‘ulaşamadığı’ sultana meramını gazeteler yoluyla eleştirel bir şekilde dile getirdiği için onun emriyle tımarhaneye gönderilmiş; ardısıra sultan tarafından tahsis edilen, kendisinin ise ‘sus rüşveti’ olarak gördüğü maaşı kabul etmedi diye Zaptiye Nâzırı Şefik Paşanın emriyle hapse atılmış; hürriyetine kavuştuğu II. Meşrutiyet günlerinde ise 31 Mart hadisesiyle irtibatlandırıldığı için sıkıyönetim mahkemesine sevkedilmiş ve 1911’de Divan-ı Harb-i Örfî başlığıyla yayınladığı savunmasının akabinde beraat etmiştir. İstibdat dönemini ‘akla husumet,’ zümrelerin hâkimiyet kavgası verdiği sonraki günleri ise ‘hayata husumet’ ile açıklar Bediüzzaman. Haklıdır; ilkinde tımarhaneye sevkedilmiş, ikincisinde idam talebiyle yargılanmıştır. Yaşadığı bütün bu olumsuzluklara rağmen, daha ilkgençlik yıllarından itibaren benimsediği meşveret-adalet-hürriyet merkezli düşüncelerinden ise asla vazgeçmeyecek; bilakis, gördüğü bu bed muameleye rağmen, beraatinden sonra gittiği memleketinde iki mevsim boyu aşiretler arasında dolaşarak, meşrutiyetin kıymetini yol kesicilerin gadrine uğramaksızın bilsinler diye onlara istibdadın kötülüğünü, meşrutiyetin ise gerekliliğini anlatmayı tercih edecektir.
Soru-cevap şeklinde ilerleyen bu diyaloglar, 1911’de Münazarat adı altında yayınlanır. Bu eserde kendisine aşiretler içerisinden yöneltilen soruların sonuncusu, ilgili eserde ayrı bir başlıkla bir zeyl gibi sunulan ‘zindan-ı atâlet’ bahsini hariçte tutarsak, İttihad ve Terakki’ye dairdir: “İttihad ve Terakki hakkında reyin nedir?”
Bediüzzaman bu soruya şu cevabı verir:
“Kıymetlerini takdirle beraber, siyasiyyûnlarındaki şiddete mu’terizim. Lâkin onların iktisadî ve maarifî olan -bâhusus şarkî vilâyetlerdeki- şubelerini bir derece istihsan ve tebrik ederim.”
Onun bu cevabının birinci cümlesine düştüğü bir hâşiye de vardır. Orada, ‘siyasiyyûnlarındaki şiddet’ten ne kasdettiğine ve buna neden itiraz ettiğine açıklık getirmektedir:
“Adaletin tevziinde adalet olmazsa, zulüm görünür. Bir hatır için, bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır.”
Hâşiyesiyle birlikte şu kısa cevabın gösterdiği üzere Bediüzzaman, İttihad ve Terakki içindeki özellikle eğitime, sosyal ve iktisadî faaliyetlere odaklanmış hamiyetli insanlara ilişkin takdirini ifade etmekle birlikte, istibdad günlerinde hürriyet istemiş iken şimdi zümre istibdadı için çaba gösteren ve bu uğurda şiddete başvurmaktan da çekinmeyen İttihatçılara itiraz etmektedir. Onun İttihad ve Terakki içindeki ‘şiddet siyaseti’ taraftarlarına yönelik bu itirazı, düştüğü ilgili hâşiyeden anlaşıldığı üzere, esasen -hangi zaman ve zeminde, hangi yelpazede ve istidatta olursa olsun-bütün siyasîler için geçerli bir uyarı niteliğindedir: “Adaletin tevziinde adalet olmazsa, zulüm görünür. Bir hatır için, bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır.”
Bu üç cümle, Bediüzzaman’ın İttihad ve Terakki’nin ‘siyasiyyûnlarındaki şiddet’e itirazının özünü ortaya koyar. Yine bu cümle, o tarihten bugüne kadar geçen 111 sene içinde bu topraklarda ‘mülkün temeli’ olan adaletin neden tesis olunamadığını da ifşa eder niteliktedir.
Anladığımız üzere, İttihad ve Terakki’nin siyasî kanadı, şiddeti siyasetin bir gereği olarak benimsediği için ‘hamiyet’ine şiddet bulaştırmakta; böylece, rakip ve tehlikeli gördüğü düşünce, eğilim ve kişileri güya ‘vatan namına ve millet menfaatına’ şiddet yoluyla bastırma ve susturma yoluna gitmektedir. Hamiyetle şiddeti özdeşleştiren; sözkonusu vatan ise herşeyi teferruat, şiddeti ise zorunluluk olarak gören bu anlayıştan elbette adalet çıkmaz. Böyle bir anlayışın ‘adalet’ dediği şeyden ancak zulüm görünür. Çünkü aynı kanun ilkesi yandaşa ayrı, muhalife ayrı uygulanır. Birinin yanlışı dahi cezalandırılmaz, ötekinin doğrusu dahi ceza kapsamına sokulur. Böylece, güya ‘vatan ve millet’le özdeşleştirilen kişi veya zümre hesabına hakkın hatırı kırılır. Zira ilke istisna, keyfîlik kural halini alır. Bu keyfîlik ve keşmekeşle uygulanan şiddet ise, ‘hamiyet’le meşrulaştırılır: “Vatan için yaptım.” “Ülkenin geleceği böyle gerektiriyor.” “Devletin bekasına giden yol buradan geçiyor.” “Sözkonusu olan vatan ise, adalet teferruattır.” “Milletim için ne gerekiyorsa yaparım, gözümü kırpmam.” “Kimse benim vatanseverliğimi sorgulayamaz.”
Sonuç almak için şiddete başvurmaktan çekinmeyen, uyguladığı haksız ve kanunsuz şiddeti ise ‘hamiyet’ ve ‘vatanseverlik’ söylemiyle meşrulaştırmaya çalışan bu anlayış, başka pek çok değerin yanında, en başta adaleti yok etmekte ve gerisi çorap söküğü gibi gelmektedir.
Oysa yine Bediüzzaman’ın gerek o dönemde gerek sonrasında yazdığı bütün eserlerde vurguladığı üzere, adalet, varoluşun en temel ilkelerinden biri olduğu gibi, insanın insan olarak varlığını sürdürmesinin, insanca bir sosyal hayat tesisinin ve insanca bir siyasî yapı ortaya çıkmasının olmazsa olmazı niteliğindedir. Dolayısıyla, siyaset âleminde yer alanlar, kendilerini adaletle kayıt altında tutma, adaleti gözetme, sen-ben, biz-onlar, büyük-küçük ayrımına girmeksizin ‘hak haktır’ ölçüsünce hareket etme sorumluluğu altındadır. Yok eğer sözümona ‘hamiyet’ namına adalet parçalandığında, hak ‘büyük-küçük,’ ‘bizimki-onlarınki’ diye ayrılır ve ayrı muamele görür hale geldiğinde, ‘kamu yararı’ adına, ‘milletin selameti’ hesabına, ‘vatan namına’ diye diye hukuklar zayi edilmeye başlar; ve adaleti tersyüz etme fırsatı sunan böylesi bir zeminde şiddet kendisine bir yol ve zemin bulur. Hamiyet, adalet ile terbiye edilme ve adalet ile kayıt altına alınma durumundadır. Aksi takdirde, şiddet kendisini ‘hamiyet’ maskesiyle pazarlamaya girişir. Halbuki, “Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır.”
Dolayısıyla, bir kişinin, zümrenin, partinin, cemaatin, câmianın, milletin, devletin ‘hamiyet’i muhakkak ‘adalet’ terazisiyle ölçülmelidir. Adaleti çiğneyen bir hamiyet iddiasıyla gelen şiddet, asla ve asla ‘ama hamiyetli insanlar,’ ‘ama vatan millet namına yapıyorlar,’ ‘ama devletin bekası’ gibi zırhlara bürüyerek savunulmamalıdır. Bilakis “Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır” ölçüsünce hareket ederek, şiddeti meşru gören, kendisini de şiddete mecbur bilen bir ‘hamiyet’in kategorik olarak reddi gerekir.
Gelin görün ki, bu topraklarda bir İttihatçı hastalığı olarak ‘şiddet’ini ‘hamiyet’le meşrulaştırma her zamanın geçer akçesi oldu maalesef. ‘Şiddet’le bulaşık ‘hamiyet’ler ‘adaletin tevziinde adalet’e müsaade etmediği için de her zaman ortalıkta zulüm kol gezdi. O yüzden sopalı seçimler oldu. O yüzden Tehcir ile bir büyük zulme kapı aralandı. O yüzden Takrîr-i Sükûn dönemi yaşandı. O yüzden Dersim’de insanlar çoluk çocuk demeden bombalandı. O yüzden Türk olmayanı veya kendisini ‘Türk’ görmeyeni tehdit olarak gören, dindarı da tehdit olarak algılayan tek parti zihniyeti sözümona ‘hamiyet’ adına şiddetine yol buldu. O yüzden 6-7 Eylül olayları oldu…
“Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır” demeyip bilakis ‘şiddet’le ‘hamiyet’ ölçen ve sözümona ‘vatanseverlik’ kılıfıyla her türlü şiddeti meşrulaştıran bu anlayış iledir ki, bu ülkede dünden bugüne devlet içinde bir ‘derin devlet’ hep varoldu, ‘devlet adına’ zulümler işlendi ve bu zulümler ‘vatan için’ diye mazur görüldü. O yüzden, kanuna dayanan hiçbir yetkisi ve görevi olmadığı halde şiddete başvuran kimi unsurlar, yaptıkları sebebiyle gerçek bir hukuk devletinde birer ‘haydut’ muamelesi görmeleri gerekirken, bu ülkede ‘vatanseverlik’ zırhı içine alınarak hep korundu ve kollandı. Çünkü ‘hamiyet’ adına ‘şiddet’i mazur gören; şiddet siyasetine bulaşmış olanları ise güya ‘hamiyet’iyle yücelten bir anlayış, bir İttihatçı hastalığı olmasına karşılık, hiçbir zaman sorgulanmadı ve dışlanmadı.
Ne garip!
Bu ülkede ‘hamiyet’ ve ‘vatanseverlik’ deyince, nicelerinin aklına asla adalet, hakkâniyet, itidal, aklıselim ve ilim gelmiyor.
Bilakis, şiddeti ‘hamiyet’ bilen bir anlayışla, itidal çağrıları, aklıselim davetleri, bilginin ışığında yapılan uyarılar, adalet çabaları dahi şeytanlaştırılıyor; bu uyarı ve çağrıların sahipleri ise, haklarında ‘şiddet’in meşru ve caiz olduğu ‘düşmanlar’ kategorisine sokulabiliyor.
Oysa tarih, ‘hamiyet’ kılıfına büründürülmüş ‘şiddet’in, aklıselimi boğarak, güya ‘adına’ hareket ettiği milletin ve vatanın başına ne felâketler açtığına ve ne utançlar yaşattığına dair nice ibretle yüklü.
Dahası, bir adaleti her zaman ve herkes için temel ilke haline getiren ülkelere bakalım, bir de başkalarıyla birlikte ‘adalet’in keyfî şekilde uygulandığı ve bazılarının en ağır şiddetinin dahi güya ‘hamiyet’ gerekçesiyle cezaî kapsam dışına alınabildiği şu ülkeye… Kim ileri gitmiş, kim geride kalmış? Onlar hukuktan zarar mı görmüş, bu ülke keyfîlik ve şiddetten fayda mı temin etmiş?
Bu illüzyon aşılmalı, bu efsunu bozmalı.
Şiddet ayrı şeydir, hamiyet apayrı birşey. Şiddet, hamiyet değildir. Vatanseverliği şiddetin tasallutundan kurtarmak gerekir. Vatanseverliği ve hamiyeti ilimde, adalette, aklıselim ve itidalde aramak gerektir…