Aslında bütün mesele, egemenlerin sınırı nereden çizdikleriyle ilgiliydi. Cetveli biraz daha aşağı kaydırsalar bugün “vatandaş” olacak insanlar “sığınmacı” oldular.
Bugün bazılarının uzaylı gibi baktıkları Suriyeli göçmenler, Batılı devletlerle müzakereler farklı sonuçlansaydı, belki de bugün “milletimiz”in bir parçası olacaklardı.
Antep ile Halep birbirinden bugün sandığımız kadar uzak değildi; araya sınır çekildiği halde Suruç’un sınır boyundaki sakinleri, namaz vakitlerini “öteki tarafta” kalan caminin ezanından öğrenmeye devam ettiler. O gün de öyleydi, bugün de öyle.
Kendisini “biz” duygusuyla birbirine bağlı “bir ve bütün” gören insanların arasına bir sınır çekin, iki kuşak sonra, sınırın her iki yanındaki “milli eğitim” aracılığıyla “iki ayrı ulus” oluşturabilirsiniz. Tıpkı Irak ve Kuveyt’te olduğu gibi.
Hatay Suriye’de kalmış olsaydı, bugün onlardan da “sığınmacı” olarak bahsediyor olacaktık. Orada sığınmacıyı horlayan, “nerden de geldiler” triplerine giren bazı Hataylılar da bugün kendileri ve çocukları için sığınacak bir yer arıyor olacaklardı.
Demem o ki, Suriyeli sığınmacılara, birkaç kuşak ayrı yaşatılmış olmaktan doğan zaman boşluğunun ürettiği farklılık algısını aşarak bakmamız gerek.
Bunun yolu da, öncelikle sınırları sorgulamaktan geçiyor. İşgalci devletlerin empoze ettiği ve ulus devletlerin çizdiği sınırları. Bıçak kemiğe dayandığında, insan hayatı söz konusu olduğunda zaten anlamı kalmıyor onların.
Ama asıl sınır, devletleri ayıran ulusal sınırlar değil. Çocuğunuzun hayatı belirgin bir şekilde tehlikedeyken onları aşmak kimse için göze alınamaz değildir.
Asıl sınır, bir felaketin kurbanı olan insanlara hor gözle baktıran, kendilerini garip hissettikleri bir yerde onları rencide edici bir dil ve tutumla yaralarını daha da kanatan insanın zihnindeki ve kalbindeki sınırlardır ki, sığınmacıların varlığından bağımsız olarak, taşıyan insanı hasta eder o.