[17 Ocak 2019] Birdenbire olmadı. Sırf Stalin’le de değil. Lenin’in kendi günahı çok büyük. Marksizme ilişkin ya da parti içi her türlü tartışmada, kendi yüzde yüz haklılığına ve karşıtlarının yüzde yüz haksızlığına mutlak inançla, başka hiçbir göreli doğruya zerrece olanak tanımayan alabildiğine sert, yerine göre saldırgan bir 1-0, ak-kara üslûbu kullandı. Biçim olarak kalmadı; başlı başına içerik oldu (yeni yazı dizisini okumaya başladığım Münir Aktolga’nın da bu noktayı anlamadığını düşünüyorum). Marx’ın ne de olsa 19. yüzyıla ve içinden geldiği akademik hayata özgü bir ölçüsü vardı. O da kıskanç ve hegemonikti gerçi. Ama hiç olmazsa, devrimin uzak ve teorik bir projeden ibaret olduğu bir aşamada hâlâ entellektüel kavgalar veriyordu.
Lenin ise baştan aşağı ihtilâlci politizasyon demekti. “Tek doğru”cuydu ve bu, nezaket ölçülerini tümüyle geride bırakmış, mahvedici ve kahredici bir konuşma-yazma tarzında somutlanıyordu. Polemik, Yunanca polemos’tan, kelime anlamıyla “savaşçı sözler” veya “sözel savaşlar” demek. Lenin’den itibaren, Marksizmin bir varyantı tamamen savaşçılaştığı ve kavgacılaştığı içindir ki polemik, hakim janr haline geldi. Her türlü farklılığın adım adım yokedilmesi de bu huşunetle elele gitti. Artık iktidarı ele geçirmiş, üstelik İç Savaşı da kazanmış bir partinin, biraz daha rahat ve çoğulcu, toleranslı olmasını mı beklersiniz? Tam tersi oldu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi daha Lenin hayattayken, 1921’de yaptığı Onuncu Kongre’sinde kendini “hiziplerin varlığıyla bağdaşmayan irade birliği” olarak tanımladı.
Vyshinsky’yi yazmak beni neredeyse elli yıl geriye, Maocu gençlik yıllarıma götürdü. 1960’ların göreli demokrasisinin zerrece kıymetini bilmediğimiz; (Aybar ve TİP hariç) bütün solun elbirliğiyle zorladığımız ve çatırdattığımız (sonra da eyvah faşizm geldi, kahrolsun faşizm diye dövüneceğimiz) sıralardı. Münir Aktolga’nın yazdığına göre, THKP-C yaklaşan darbeye “profesyonel devrimci”leşerek hazırlanmaya çabalıyormuş (ampirik anlamda doğrudur ama sol gençlik hareketini saran maceracılığın sırf veya öncelikle buradan kaynaklandığı konusunda hayli şüpheliyim doğrusu). 1969 bölünmesinden sonra aldığı isimle Proleter Devrimci Aydınlık dergisi ve çevresi ise, Bolşevik ana mecrasının arayışı içindeydi. Leninizmi yeniden ve temelden öğrenme çabasındaydık. Stalin’den sonraki herşey “Kruşçev revizyonizmi”yle lekeliydi. Bilemezdik, nereden ne bulaşacağını. Onun için kendi anlayışımızın, intisap etmeye çalıştığımız geleneğin klasiklerine döndük. “SBKP (B) Merkez Komitesi’nin [tabii Stalin başkanlığındaki] bir komisyonu tarafından hazırlanmıştır” ve “SBKP (B) Merkez Komitesi tarafından onaylanmıştır” notlarıyla 1939’da yayınlanan Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi (Bolşevik) Kısa Ders kitabını ekip halinde Türkçeye çevirmeye koyulduk. Yukarıda solda gördüğünüz gibi, Eylül 1970’te Proleter Devrimci Aydınlık Yayınları’ndan çıkarmayı başardık.
Şimdi birkaç haftadır çantamda götürüp getiriyor, fırsat buldukça geziniyorum 48 yıl önce tercüme ve redije edilmesine katıldığım sayfaları arasında. SBKP (B) Tarihi toplam on iki bölüm ve 400 küsur sayfa. İlk sekiz bölümü ve neredeyse 300 sayfası devrim öncesiyle ilgili. Bir tarihçi olarak beni yıllardır oraları değil sonrası, özellikle sosyalizmin nasıl kurulduğu (ya da hangi sosyalizmin kurulduğu) ve kurulurken neler olduğu ilgilendiriyor. Son dört bölüm 100 sayfadan biraz fazla. Sosyalizmin neden ve nasıl dejenere olduğu, zamanla toptan iflâs ettiği ve çöktüğünün, günümüzde kitle seferberlik gücüne sahip başka ideo-politik akımları (örneğin İslâmiyeti veya İslâmcılığı) da belki ilgilendirebilecek bazı ipuçları, yatıyorsa o bölümlerde yatıyor.
Şunlar hemen göze çarpıyor, 1921’den ve “ekonominin barış içinde yeniden inşasına geçiş dönemi”nin başlamasından itibaren: (1) Devrim oldu ve bitti demeyin. “Düşmanlar” hep var. (2) “Parti içerisinde bir çekişmeye ve Komünist Partisi saflarında bir bölünmeye yol açmak” istiyorlar (s. 300). (3) Nitelikleri giderek kötüleşiyor. Gitgide daha sert suçlanıyor ve çok daha ağır sıfatlarla aşağılanıyorlar.
Örneğin NEP meselesi. 1921’de Lenin ekonomi politikasında keskin bir dönemece girecek. 1917-21 arasının toptan millîleştirme ve elkoymalar politikasını reddedecek. Sosyalist ekonomi böyle kurulur sanıyorduk değil de Savaş Komünizmi’ydi diyecek; tabii doğrusunu biliyorduk ama İç Savaş yüzünden buna mecburduk mazeretine sığınacak. Bunun yerine, kapitalizme ve piyasaya canlanma olanağı tanıyan Yeni Ekonomi Politikası’nı (NEP) yürürlüğe koyacak. Kimileri itiraz ediyor. Kimler? “Marksizm bilgisi kıt ve tam bir kara cahil olan muhalifler” (s. 304). Ya da “muhalefetin talihsizliği” nerede yatıyor? “[B]ilgisizliği yüzünden” bunları [Lenin’den hareketle Stalin’in şimdiki açıklamalarını] anlayamamasında yatıyor (s. 304).
Bu sözler tabii olabileceklerin en hafifi ve merdivenin daha ilk basamağı. Fakat yeri gelmişlen belirtelim ki satır aralarında daha tehlikelisi de mevcut. Bu “muhalif… muhalifler… muhalefet…” sözcükleri Stalin açısından başlı başına bir yazım ve söylem stratejisi. Farklı görüşte olanlar vb değil ısrarla “muhalefet” diyor. Ülke içindeki farklı etnik unsurlara (meselâ Türkiye’de Kürtlere) illâ “azınlık” demek gibi bir şey. Bir burun sürtme yöntemi. Her noktada kendi durduğu yeri mutlak çoğunluk ve iktidar olarak tanımlıyor. Karşısındakileri korkutuyor, kendi kampına sarsılmaz güven aşılıyor.
“Düşman”larla çevrili partinin, haliyle ikide bir “sağlam olmayan ve kararsız unsurlardan temizlenmesi” gerekiyor (s. 306). Diyalektiğe uyduruluyor. 170,000 üye ya da mevcudun yüzde 25’I gittikten sonra (bile), bu (ve gelecekteki bütün) tasfiyelerin SBKP’yi “büyük ölçüde kuvvetlendirdiği” anlatılıyor (s. 306)
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (sözümona federal) devlet yapısının oluşturulması aşamasında, habire “milliyetçi sapmacılar” ortaya çıkarılıyor. Partinin hem “hakim ulus şovenistleri”ni, hem Tatar ve Özbek “milliyetçi grupları”nı altetmesi gerekiyor (s. 310-311).
Onuncu Konggre’yle (1921) yasaklanan hizipçiler, habire “hizip ve gruplara özgürlük” istiyor (s. 313 vd). Hay allah! Neden acaba? Yıllar geçiyor; bütün muhalifler hep yanlış, Stalin Yoldaş hep doğru ve haklı. Stalin’in Tek Ülkede Sosyalizm görüşünün yeni adı, (şu veya bu muhalif gruba karşı) “Partinin tutumu… Partinin çizgisi… Partinin açık ve kesin cevabı” oluyor.
Lenin ölüyor (1924). Ondördüncü Kongre toplanıyor (1925). Zinovyev ve taraftarları yenilgiye uğruyor. İlk sanayileşme hamlesi başlıyor (1926-29). Artık muhaliflerden de değil, “Parti aleyhtarı [anti-Parti] blok”lardan söz ediliyor. Retorik hızla tırmanıyor. Troçkiciler ve Zinovyevciler (dedikleri), “belki de bütün muhalefet programlarının en yalancı ve en ikiyüzlü olanı” diye niteleniyor (s. 335). “[B]u uşaklar ve efendileri”ne “kesinlikle Sovyet aleyhtarı” yaftası asılıyor (s. 336). 1930’lara geliyoruz; meğer bunlar “uzun zamandan beri yabancı casusluk servisleri tarafından çalıştırılan casuslar ve halk düşmanları”ymış. “SSCB’nin kapitalist ülkelerdeki düşmanlarıyla bağlar kur”muş; (s. 341). “bukalemun gibi her renge giren bir ahlâksız kariyeristler çetesi” oluşturmuşlar (s. 342). Giderek kestirmeden “siyasî sahtekârlar” (s. 342-343) diye anılmaya başlıyorlar: “Siyasî sahtekârlar her yerde, caniler, toplumun tortusu, halkın can düşmanları arasında bile destek aramaya hazırdır…” (s. 343).
Zinovyevciler dediklerinden sonra sıra Buharin-Rikov grubu dediklerine geliyor: “sağlar… kulak ajanları…” (s. 347); “sağ teslimiyetçilerin bu caniyane faaliyeti” (s. 347). 1930-1934 Tarımın Kollektifleştirilmesi hareketindeyiz. Güya gönüllü; aslında zorunlu ve zorbaca. SBKP (B) Tarihi’nde, resmî çizgi açısından herşey başarılı, her yer güllük gülistanlık. Bu sırada Ukrayna’da, bugün Holodomor diye bildiğimiz, Anne Applebaum’un Red Famine kitabına konu olan korkunç kıtlık ve açlık cereyan ediyor. Adı anılmıyor. Almanya’da Hitler 1933’te iktidara gelmiş. Komintern yıllardır Faşizm ve Nazizmi hafifseyip Sosyal Demokrasiyi (sahte reform yolunu gösterip dünya devrimini engelliyorlar diye) baş düşman bellemiş. Ancak 1934’te dönebilecek bu çılgınlıktan. Ondan da zerrece bahsedilmiyor. Nasıl olsa iletişim ve medya tekeli var diye, bütün başarısızlıklar sümen altı ediliyor.
Buna karşılık ne var sahnede? “Düşmanlar” hamaseti bitmek bilmiyor. Bölüm 11’den bir alt başlık: “Buharincilerin yozlaşarak siyasî sahtekârlar haline gelmeleri. Troçkici sahtekârların yozlaşarak katiller ve casuslardan meydana gelen bir karşı-devrinciler çetesi halini alması.” (s. 380). Leningrad Parti Sekreteri (ve Onyedinci Kongre’nin Stalin’den dahi fazla oy alan tek ismi) Kirov, 1 Aralık 1934’te esrarengiz bir cinayete kurban gidiyor. Bugünün gözüyle, Stalin’in kendisi şüpheli. Fakat tabii tamamen muhalefete yıkıyor. 1933’ün Reichstag Yangını Nazilere ne getirdiyse, Kirov’un ölümü de Stalin’e aşağı yukarı aynı olanakları sunuyor.
Nitekim bu noktadan itibaren Parti Tarihi hemen tamamen bir iddianame havasına bürünüyor.
“Soruşturma sonucu Leningrad’da 1933 ve 1934 yıllarında gizli bir karşı-devrimci terörist grubun kurulduğu…. ‘Moskova Merkezi’ adlı bir yeraltı karşı-devrim örgütünün varlığı…” açığa çıkıyor (s.382). Hepsini örgütleyen, Meksika’da sürgündeki Troçki (1940’ta bir Komintern ajanınca öldürülecek; katili Ramon Mercader, hapisten çıktıktan sonra Küba’da ağırlanacak, onurlandırılacak). Bir heyula yaratılıyor: Troçki-Buharin çetesi. Dil yeni yeni sıçramalar kaydediyor: “katil ve casus çetesi… ikiyüzlülük… korkunç ahlâk düşkünlüğü… siyasî alçaklık.. iğrenç ihanet… Alman ve Japon faşistlerinin aşağılık âletleri ve ajanları…” (s. 383).
Geldik, 1936-1938’ün üç büyük Moskova Duruşması’ndan son ikisine (ilki Zinovyev ve arkadaşlarıydı). 1935-1937 “sosyalist toplumun inşasının tamamlanması”nı simgeliyor. Bu da “Buharin-Troçki casuslar, yıkıcılar ve vatan hainleri şebekesinin kalıntılarının tasfiyesi” demek (s. 405, ara-başlık). “[B]u insan süprüntüleri”nin hepsi “bir halk düşmanları çetesi halinde birleşmiş” (s. 405). “Duruşmalar, Troçki-Buharin canilerinin … SSCB’de kapittalist köleliği geri getirmeye çalıştıklarını gün ışığına çıkardı” deniyor (s. 406). Bu öykünün son paragrafları unutulur gibi değil. 1969-70’te ilk okuduğumdan beri unutmadım. Hepsinin değil, sadece bazı kritik ifadelerin altını çizerek aktarıyorum (s. 407-407):
Aslında bir sinek kadar bile güçlü olmayan bu Beyaz Muhafız cüceler, galiba ülkelerinin efendileri olduklarını ve gerçekten Ukrayna’yı, Beyaz Rusya’yı ve Kıyı Bölgesi’ni satabilecek ya da verebilecek güçte oldukları hayaliyle kendillerini pohpohluyorlardı.
Bu Beyaz Muhafız haşerat, Sovuet ülkesinin gerçek efendisinin Sovyet halkı olduğunu ve … hepsinin, Sovyet devletinin geçici görevlilerinden olduklarını ve devletin istediği anda onları bir süprüntü gibi görevlerinden atabilecek güçte olduğunu unuttular.
Bu aşağılık faşist uşakları, Sovyet halkının parmağını şöyle bir kımıldatarak bunların hepsini silip süpürebileceğini unuttular.
Sovyet mahkemesi, Buharin-Troçki canilerini kurşuna dizilmeğe mahkûm etti.
İçişleri Halk Komiserliği hükümleri infaz etti.
Sovyet halkı, Buharin-Troçki çetesinin imhasını onayladı ve bir sonraki işe geçti.
Stalin’e ve ekibine şapkamı çıkartıyorum doğrusu. Bir, dramatik etkisi çok iyi hesaplanmış, lakonik bir son. Buraya gelinceye kadar, yüz sayfa boyunca zaten adım adım tırmandırmış sözel şiddeti. O kadar ezmiş ve aşağılamış, o kadar hakaret yağdırmış ki… Vyshinsky ve Freisler’lerin mahkeme salonlarındaki teatral performanslarına benzer bir etki yaratmış. Tamamen çıplaklaştırmış, savunmasızlaştırmış, insanlıktan çıkarmış zavallı kurbanları. Bu aralıksız kötüleme yağmuru altında biz de sersemlemişiz ve itiraz edecek halimiz kalmamış. Onun için, ya da o sayede, orkestraya bir crescendo çaldırmak yerine toplu cinayeti önemsizleştiriyor ve ansızın düşürüyor gerilimi: “Sovyet halkı… bir sonraki işe geçti.” Business as usual.
İkincisi, ne kadar yukarıdan alıyor, inanılır gibi değil. Stalin mağrur ve mağmum bir Buddha bu satırlarda. Dev bir Buddha heykeli. “Sovyet halkı” popülizmine yaslanarak herkese ve aslında kendi çevresine, kendi aygıtına, sizler de geçici görevlilerimsiniz, istersem parmağımı şöyle bir kımıldatarak hepinizi birer süprüntü gibi silip atabilirim mesajını veriyor.
* * *
Peki, Nâzım bu işin neresinde? Yukarıda sağda kapağını verdiğim kitabının sonlarına doğru, meşhur “Ellerinize ve Yalana Dair” şiiri var (s. 194-195). Yıl 1949. Hapislik şairin canına tak demiş. On iki yıl. Dile kolay. Acı ve öfkeli. Kahrediyor. Her bir satırı zehir gibi. Âdetâ orgunun bütün sübaplarını çekiyor; bütün borularına hava veriyor: Ve insanlar, ah, benim insanlarım, / yalanla besliyorlar sizi, / (…) / antenler yalan söylüyorsa, / yalan söylüyorsa rotatifler, / kitaplar yalan söylüyorsa, / duvarda afiş, sütunda ilân yalan söylüyorsa, / (..) / ellerinizden geçinen / ve ellerinizden başka her şey, / herkes yalan söylüyorsa, / (…) elleriniz isyan etmesin diyedir. / Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız / bu ölümlü, bu yaşanası dünyada / bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.
Yıl 1949. Bu, kapitalizmin yalanı. Evet. Ama bir yıl sonra çıkacak ve ardından Sovyetler Birliği’ne sığınacak. Neden kaçtığını sormuyorum. Orada ne gördüğünü (veya görmediğini) soruyorum. Sosyalizmin yalanını görebildi mi? Ve insanlar, ah, benim insanlarım, / yalanla besliyorlar sizi, / (…) / Parti yalan söylüyorsa, / yalan söylüyorsa Pravda, / İzvestia yalan söylüyorsa, / Komsomol yalan söylüyorsa, / (…) / ellerinizden geçinen / ve ellerinizden başka her şey, / şimdi de komünizm adına yalan söylüyorsa, / (…) / elleriniz isyan etmesin diyedir. / Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız / bu Vyshinsky’li, bu NKVD’li dünyada / bu apparatçik saltanatı, bu nomenklatura zulmü bitmesin diyedir…
Aztekler neden Avrupa’yı keşfedemedi? Nâzım neden bu mısraları söyleyemedi? Söyleyebilseydi. Hiç olmazsa Nâzım söyleyebilseydi. Solun demokrasi ve özgürlük mücadelesi biraz daha samimi, daha dengeli, daha inandırıcı; onyıllar boyu muhalefeti daha olgun, daha kazanıcı, daha birleştirici olabilir miydi?