Alper Görmüş’ün Türkiye’de siyasal saflaşmaların eksen değiştirmekte olduğuna ilişkin görüşlerini önemli ve ufuk açıcı bulduğumu; kendi değerlendirmelerimi eklemek istediğimi belirtmiş, bu amaçla Serbestiyet’te 31.01.2016 tarihinde yayınlanan “siyasal saflaşma eksenleri üzerine düşünceler” başlıklı bir yazı kaleme almıştım.
O ilk yazıda, Alper Görmüş’ün, eksenini “laiklik/dindarlık” ayrışması olarak tanımladığı 1990-2015 dönemi üzerine kendimce önemli saydığım ekler yapmaya çalışmıştım. Buna göre, anılan çeyrek asırlık sürede post-Erbakan dönemi olarak ifade edebileceğimiz önemli bir kırılmanın yaşandığını, mevcut gerilimin üstüne demokrat/otoriter farklılaşmasının bindiğini; AKP’nin destek sınırını %50’lere doğru taşırken geliştirdiği “muhafazakâr- demokrat” söylemin etkili olduğunu ileri sürmüştüm.
Ben de, Alper Görmüş’ün saflaşma ekseninin “millilik-yerlilik/ gayrı millilik” olarak yeniden tanımlanması üzerine bir siyasal dil geliştirildiği gözlemine katılıyorum. AKP’nin siyasal doğrultusu ve söylemi üzerindeki tartışılmaz ağırlığıyla Tayyip Erdoğan, deyim yerindeyse bu dilin “kurucu unsuru” oldu.
Bu değişimin merkezinde, Türkiye’nin Ortadoğu’da bağımsız bir aktör olarak güç mücadelesine girmeye karar vermesi; daha da önemlisi bu yönde geliştirdiği politikaların niteliği yatıyor. Tam da Alper Görmüş’ün belirttiği gibi; “Her şey Arap Baharı’nın gerileyip yenilmesiyle başladı… Onu izleyen Gezi olayları, Cemaat atağı, Suriye’de Kürt kuşağı ve PKK’nın çatışmayı şehirlere taşıması, iktidar tarafından kendisine ve ülkeye karşı bir “çökertme” planının varlığının işaretleri olarak görüldü”.
Tekrarın sıkıcılığını da göze alarak ben, Görmüş’ün isabetle özetlediği bu değişim sürecinin olgusal detaylarının hatırlanmasını yaralı buluyorum.
Tarihsel süreçleri dönemlere ayırmanın ölçütlere göre değişkenlik gösterebileceğini; bakan gözün öncelikleriyle ilişkili ve sübjektif olabileceğini de kabul ederek AKP iktidarını kabaca üç dönem içinde inceleyebileceğimizi düşünüyorum.
AKP iktidarının siyasal dönemeçleri
(1) 2002 Kasım seçimleriyle başlayan; 2007 Cumhuriyet Mitingleri ve 27 Nisan muhtırası ile ordu merkezli teslim alınma operasyonlarına direnip erken seçim başarısıyla devam eden ve 2008 başlarında açılan kapatma davasının karara bağlandığı Temmuz ayına kadar süren inisiyatifin ordudan alındığı dönem.
Bu tarihsel aralıkta AKP’nin vesayet düzeninin kurumları ve sosyolojik tabanına karşı “hak ve özgürlükler” temalı mücadele içinde olduğunu; hem içeride hem Batı dünyasında varlığına meşruiyet kazandırabilmeyi çok önemsediğini ve ılımlı-uzlaşmacı bir siyaset hattı izlediğini görüyoruz. 2007 seçim gecesi Erdoğan’ın yaptığı ünlü Balkon Konuşması, daha sonra çeşitli kesimler için en çok referans verilen kaynaklardan birisi olmuştur.
Söylemde millilik-yerlilik gibi çağrışımlara başvurulmayan; evrensel değerler/ modern dünyanın etkin bir parçası olma/ Ortadoğu’ya demokratik model oluşturma iddialarının öne çıktığı bir dönemdi bu.
(2) 2008-2011 arasını kapsayan; dikkatlerin Ortadoğu’da etkin bir aktör olma hedefine yöneldiği, özgüvenin tırmandığı, Batı/Ortadoğu dengesinde başarılı bir hat izlendiği düşüncesinin iktidara hâkim olduğu ve gerçekten Batı’nın kredisinin gücünü koruduğu dönem.
Bu dönemde üzerine çokça spekülasyon yapılan ünlü (2007 Kasım) Bush-Erdoğan buluşması gerçekleşti. 2008 Aralığında İsrail Gazze’ye saldırdı. Ocak 2009’da “one munite” ; Mayıs sonunda “Mavi Marmara” olayı yaşandı. Bu iki ciddi olay arasında ABD’nin yeni başkanı Obama ilk dış ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştirdi ve Türkiye ile ABD’nin stratejik ortak olduklarını ilan etti.
Eylül 2010’da Fethullah Gülen’in “mezardakileri de kaldırıp evet oyu kullandırın” diye seslendiği, yargı sistemini köklü olarak değiştiren referandum gerçekleşti.
Aynı yılın Kasım’ında Tunus olaylarıyla birlikte Arap Baharı olarak anılan halk ayaklanmaları başladı.
Türkiye ve Erdoğan’ın Arap halkları üzerindeki popüleritesi zirve yaptı.
İçeride ise 2011 Haziran genel seçimlerinde AKP %49, 83 oy oranını yakaladı.
(3) Kanımca içeride ve dünyada Erdoğan’ın yıldızının parladığı bu dönem 2011 sonunda ilk işaretlerini vererek 2012 yılında kapandı ve etkilerini bugüne kadar artarak sürdüren ters rüzgârlar başladı.
2011 Eylül’ünde internete Hakan Fidan’ın da katıldığı PKK görüşmesinin ses kayıtları düştü.
2012 Şubat’ında PKK ile görüşmeler yapan eski üst düzey MİT bürokratları ve Hakan Fidan (Cemaat savcıları tarafından) gözaltına alınmaya çalışıldı.
Haziran ayında, önce %46, ardından %51 gibi düşük katılım oranlarıyla gerçekleşen iki turlu seçimlerde Müslüman Kardeşler hareketinin adayı Mursi % 51.73 oy alarak Mısır Cumhurbaşkanı seçildi.
Ben bugünün içinden dönüp baktığımda, bu tarihten sonra; Arap ayaklanmalarının da, Batı’nın Erdoğan hakkındaki değerlendirmelerinin de ve dolayısıyla AKP iktidarının güçlü küresel odaklarla olan ilişkilerinin de kaderinin değiştiğini düşünüyorum.
28 Şubat 2013’de Oslo görüşmelerinin tutanakları sızdırıldı.
27 Mayıs’ta Gezi olayları başladı ve kısa sürede bütün ülkede yaygınlık kazandı. Takip edenler benim Gezi olaylarını bir mühendislik çalışması ya da dış komplo olarak değerlendirmediğimi bilir. Eylemin kültürel kökleri; iktidarın politik söyleminin yarattığı olumsuz birikimin önemi üzerine düşündüklerimi tekrar edecek değilim. Ancak Gezi’nin, AKP’nin küresel güçler ve dış kamuoyunda ciddi biçimde yalnızlaşmasının bütün işaretlerini gösteren bir hareket olduğunu hatırlamamızda fayda var.
Temmuz başında Mısır’da askeri darbe oldu. Mursi iktidardan indirildi. Erdoğan sert biçimde darbeyi kınadı. Yaptığı açıklamada darbenin arkasında İsrail’in olduğunu söyledi.
17-25 Aralık’ta ise Cemaat’in çok sert hamlesi geldi. Amaç, en haşin yollarla Erdoğan’ı siyaseten tam etkisizleştirmek; AKP’yi istenilen hatta getirmek ve Türkiye siyasetine egemen olmaktı.
Erdoğan çok sert direndi ve Mart seçimleri bu hamleyi çökertti.
Fakat bu çatışmanın kazanılmış olmasının kuşatmanın bittiği anlamına gelmediğini, izleyen süre içinde gördük.
Millilik-yerlilik-yalnızlık
Türkiye, bugün Suriye iç savaşından en çok etkilenen ülke olmanın yanında en ittifaksız ve etkisiz aktörlerden birisidir. İktidar, siyasi hedefini ülke bütünlüğünü koruma sınırına çekmiş; büyük oyunun bütünüyle dışına itilmiş görünmektedir.
İktidar politikalarının derin tartışmasına girmek amacında değilim. Fakat, Türkiye’nin 2011 sonundan itibaren başlayan kuşatılmışlığını “ulusal çıkarlarının” hakkıyla savunulmasına bağlayan ve “başka bir seçeneğin imkansız olduğunu” ima eden açıklamaları inandırıcı bulmadığımı ifade etmek istiyorum. Kişilikli- özerk bir siyasetle ya da yeni deyimlerle konuşursak milli ve yerli olmakla; bu ölçüde yalnız ve ittifaksız kalmak arasında kaçınılmazlık, kaskatı bir determinizm bulunduğunu ileri sürmek, siyasetin sonsuz zenginlikler ve tercihler içeren bir eylemlilik alanı olduğunu reddetmek anlamına gelir.
İstenmeyen, başarısız sonuçlar varsa bunun tek nedeni “dış aktörler” olamaz. Çünkü başarılı olanlar da kendilerine meydan boş bırakıldığı, karşılarında onları etkisizleştirmek isteyen “dış aktörler” olmadığı için başarılı olmuş değillerdir. Belli ki oyunu sizden daha iyi oynamışlardır. Önceliklerini daha mantıklı kurmuşlar; güçlerini daha gerçekçi değerlendirmişler; ittifakların gerektirdiği alış-verişleri daha akıllıca yürütmüşlerdir.
Bu bölümü kapatırken söylemek istediğim şu: Ben de aynı Alper Görmüş gibi, tarihsel akışını özetlediğim olaylar ve kuşatılmışlığın, son dönemde tanık olduğumuz “milli/gayrı milli” ayrımına dayanan söylemin üretilmesinde temel rol oynadığını düşünüyorum.
Fakat bir de sorum var: Bu kuşatılmışlığın sebebi, baştan beri en doğru “milli politikalar”ın izlenmekte olması mıdır?
Bunun, AKP dünyasında yeterince sorgulanmadığını söyleyebiliriz.
İşin ilginci ise; “milli ve yerli” olmak vurgusu üzerine yükselen sesler, bu tür tartışmaları teşvik etmek yerine sindirici, susturucu bir efekt yaratıyor. Eleştiri, “milli” ve dolayısıyla “kutsal ve haklı” olana yönelmiş bir saldırı muamelesi görme basıncı altına alınıyor.
Galiba asıl tehlike de burada…
Üçüncü yazıda tamamlamak üzere…