Siyasetçi ile seçmeni arasında bir ilişki var. Bir siyasal ilişkinin iki tarafını oluşturuyorlar. Birbirlerinin uzantısı; tamamlayıcısı, bir bütünün parçası gibi duran bu iki role yakından bakarsak ne görürüz acaba? Bu soruyu siyasal kimliklerden bağımsız soruyorum. Muhafazakâr, laik, milliyetçi, Kürt, laik, sağcı, solcu vs. aidiyetlerin hepsini kuşatan ortak bir meseleden söz ediyorum.
Benim cevabım, bu birbirinin temsilcisi, uzantısı, aynı kümenin insanı gibi duran iki profilin aslında birbirine hiç benzemeyen; dahası oldukça karşıt insani özellikler taşıdığı…
Bu farklar üzerine zengin bir liste çıkartılabilir ama ben en göze çarpanıyla daha çok ilgiliyim. Bana en çarpıcı gelen fark; ilişkinin duygu boyutu.
Hiçbir siyasetçinin, (kendi seçmeni başta olmak üzere) seçmenlere karşı bir duygusal angajmanı olmadığını ve olamayacağını düşünüyorum. Bir iş adamının müşterisine duyduğu “aşk” ne kadar hakikat ise, siyasetçinin seçmenine olan “samimi muhabbeti” de o kadar hakikat. Seçmen, siyasetçinin peşine düştüğü “hükmetme tatmininin” bir aracı.
Şu parantezi ihmal etmeyeyim: Bunları söylerken bir suçlama ya da eleştiri yapıyor değilim, sadece kendi hayat bilgisi penceremden gördüğüm bir insani hali tespit ediyorum. Kişisel bir kanaatimi değer yargısı yüklemeden paylaşıyorum.
Siyasetçinin kendisinin bile bu gerçeğin farkında olmaması söylediklerimi hükümsüz kılmaz, yanlışlamaz. Çünkü insanlar, kendi gözlerinde de kendilerini etik alanda değerli kılacak söylemler, inanışlar geliştirirler. Kendilerinin “iktidar, güç, saygınlık” peşinde olmadıklarını, vatanlarını, vatandaşlarını çok sevdikleri için “büyük işlere” soyunduklarını anlatırlar. Bu anlatı sadece dış dünyaya değil, kendi iç dünyalarına da seslenir. Fakat biz biliyoruz ki, bir insanın “nasıl birisi” olduğunu anlamak için başvurulacak en anlamsız kaynak onun kendisi hakkındaki düşünceleridir.
Siyasetçi dediğimiz kimlik, hayata dair seçilen tüm diğer roller gibi, bir süreç içinde olgunlaşır. Tecrübe akla yeni bir kıvam kazandırır; dikkatler profesyonelleşir, başarıya odaklanılır ve başarıyı tehlikeye atabilecek her “acemilikten” (özellikle romantik tuzaklardan ve naif duygusallıklardan) uzak durulur. Karşımızda yüksek kürsülerde gördüğümüz siyasi aktörler, bu yolların hakkını veremeyip elenenlerle kıran kırana bir rekabet içinden süzülerek gelebilenlerdir. Bununla siyasetçinin tamamen duygulardan arınmış birisi olduğunu söylemiyorum. Onlar da ağlar (hem de kürsülerden), öfkelenirler, heyecanlanırlar, korkarlar… Bütün bu duygulara elbette sahiptirler. Ama “iş” ve duyguyu ayırt edebilmeyi öğrenmişlerdir. Seçmene âşık olmazlar; seçmenden nefret de etmezler…
Onların seçmenle ilişkisi daha çok “matematikseldir” diyebiliriz. Sorular şöyledir: Nasıl davranırsam Kürt seçmenlerin sayısını arttırırım? Kürt seçmenlerin sayısını arttırırken Türk seçmenleri kaybetmemem için ne yapmalıyım; ne kadarını gözden çıkartabilirim? Sert konuşursam, tansiyonu yükseltirsem bundan fayda mı zarar mı elde ederim? Fanatizmi mi tatmin etmeliyim, ılımlı seçmenleri mi önemsemeliyim? Mezhep ayrımcılığını yumuşatmaya mı yatırım yapayım yoksa fay hattını diri mi tutmak kazandırır bana?… Hepimiz bu sorulara yenilerini ekleyebiliriz. Evet ısrarla tekrarlıyorum; siyasetçi aşk/nefret yaşamaz, düşünür… Onun işi akılladır… O akıl ki tek bir duyguya hizmet etmekle yükümlüdür: İktidar duygusu. İktidar duygusu siyasetçi için bütün duyguların baş tanrısıdır. Diğer bütün duygular onun önünde eğilir; ona bağlılık ilan eder.
Akla çok yatkın değilmiş gibi gözüken “riskli” politikalarla karşılaştığımızda bilmeliyiz ki, o risk “yüksek ahlak” nedeniyle alınmıyor; o riske girmenin karşılığında kazanılacak olan şey gücün yeni bir aşamasıdır, siyasetçinin hükmetme alanının genişlemesidir. Şöyle özetleyerek bitireyim siyasetçi betimlememi: Siyasetçi 24 saat iktidar düşünen insan modelidir.
Buradan baştaki paranteze dönersek; bunu kınayıp siyasetçiye küselim mi? Toplumsal yaşantının tarihselliği içinde gerçekleşen karmaşık iş bölümlerinin bir türevi olan siyasal alanı tercih eden insanlara mı kızacağız? Yoksa, “siyaset sektörünü kaldıralım aradan, biz kendi kendimizi yönetiriz" filan gibi akıl dışı “anarşizan” palavralar mı sıkacağız?
Bence hiçbirini yapmayacağız, yapmamalıyız. Bu tür sızlanmalar, eşyanın tabiatına homurdanmalar apolitizmin en ahmakça biçimleridir kanımca.
Bütün bu özellikleriyle, elbette siyaset kurumuna ve siyasetçilere ihtiyacımız var. Onlara sempati veya antipati duymaya da itirazım yok.
Kendi içimde bulduğum yol şu: Sempati veya antipati duygularını aşan bir soğukkanlılığa sahip olmaya çalışmak ve aynen siyasetçinin benden esirgediği “aşk veya nefret” duyguları gibi, kendimin de ondan bu duyguları esirgemesini sağlamak. Onun “profesyonel bir hükmedici (veya hükmedici adayı)” olduğunu akıldan çıkartmamak.
Buradan baştaki soruya geliyoruz. Siyasetçi ve seçmen arasındaki farka…
Seçmen çoğunluğu asla siyasetçi gibi rasyonel değil. O, aklın soğukkanlılığı içinde siyasetçiye mesafe koyarak düşünmekten çok daha fazla, duygusal bağlar içinden konuşuyor ve davranıyor.
Futbolcu (özellikle günümüzde) nasıl para, şöhret, hayranlık biriktirmekle motive olurken tribünler marşlarla, galibiyetlerle coşup, mağlubiyetlerle ağlıyorsa; siyasetçi seçmen ilişkisi de aynı dinamiği taklit ediyor.
İnsanın üstünlük duygusunun tatmin edilmesinin sahnesine dönüşen bir “oyun”da bu tür bir dinamiği anlamak ve sindirmek kolay.
Fakat siyaset bir “oyun” değil. Bir gol atıp kazanmayı ve sevinmeyi çok aşan sonuçlar üretiyor. Savaşlar gibi, büyük çıkarların el değiştirmesi gibi; aşırı adaletsizlikler, haksız cezalandırmalar, insan onurunun ağır biçimde çiğnenmesi gibi…
Buradan fanatikçe siyasetçi taraftarlığı yaparak “üstünlük duygumuzu” tatmin etmenin hepimize yazılan bir günahı var.
Futbol taraftarlığından farkı bu.