Sofra…

 

“Bir zamanlar diyordum ki; bu Türk’tür, bu Bulgar’dır, bu Yunan’dır… Şimdi ise bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi birdir benim için. Şimdi iyi mi kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da buna bile bakmamaya başladım.” Kazancakis’in Zorba romanından…

 

Ramazan deyince aklıma; dedem Dursun Ali’nin babadan kalma iki kapılı toprak zeminli ahşap evinde kurulan ‘zengin’ iftar sofraları gelir. Sofradaki zenginlik siniye konulan yemeklerden gelmezdi, etrafında toplanan çoluk çocuk aynı yemeğe kaşık çalan insanlardan gelirdi. Davetli davetsiz misafirler de olurdu o sofrada, çocuklara yer kalmadığı anlarda sıklaştırılırdı sofranın etrafı “çocuklar iftardan mahrum kalmasın” denilerek. Çocuklarını 2. Dünya Savaşı yıllarında yoksulluk içinde büyüten babaannem Nafiye, o iftar sofralarından ayrı koymazdı torunlarını. Sofrada mutlaka bir yer açardı bizlere…

 

Fırsat buldukça gittiğim dede evi yıkılıp yerine yenisi yapılsa da bakır sini etrafında toplanan kalabalığın çıkardığı kaşık seslerini arar dururum. Sesler, kulağımda olsa da bir daha geri gelmeyecektir o sininin etrafında toplanan kalabalık. Asıl fakirleşme, yoksullaşma da bu işte. Her şeyi parayla satın alabileceğini düşündüğün bir dünyada satın aldıkça vahşileşiyor, tekleşiyor ve yoksullaşıyorsun. Farkında olmadan…

 

Zengin bir ülkede yaşıyoruz, herkesin kendisi olarak sofrada yer bulabileceği kadar zengin. Biz bu zenginliği görmeyip anlık ihtiraslarımızla ‘tekleşme’ ihtiyacı duyuyoruz nedense. Savaştan kaçıp bize sığınan insanları, “Rahatımız bozuldu. Sokaklar tekin değil, çocuklarımızın geleceğini çalacaklar…” diyerek kendimizi haklı çıkaran bahanelerle  ‘bir an önce gitsinler’ istiyoruz.  Tekleştikçe kurulan zengin iftar sofralarında avuçlarımızı semaya kaldırıp, “Allah’ım oruç tuttum sana ibadet ettim, sana sığınan bu kulunu affeyle” duaları ediyoruz. Allah görür elbet, duyar bu duaları ama sen yarattığı kulları ne kadar görüyor, duyuyorsun bir de ona bakmalı…

 

Unutmaya başladığımız, artık geride kalsın diye temennide bulunduğumuz ‘kan’ üzerinden insanları tasnif etmek yeniden hortladı. Belki de bu topraklardan hiç gitmemişti. Lisedeyken Japonların karate gibi dövüş sporlarında başarılı olduğunu söyleyen edebiyat öğretmenimiz, “Japon kanı taşımak isterim” demişti. Bu söz üzerine bütün sınıf “Ne diyor bu” diye öfkeli gözlerle bakmıştık öğretmene. Durumu fark eden öğretmenimiz “Tabii ki Türk kanı taşımaktan gurur duyuyorum. Sadece Japonların hızlılığını, çalışkanlığını anlatmak istemiştim” diyerek durumu kurtarmıştı. Böylece biz de tekrar sevmiştik ‘kansızlıktan’ geri adım atan öğretmenimizi…

 

Alman Parlamentosu’nun ‘Ermeni soykırımı’ tasarısını kabul etmesinden sonra yine bu kan mevzuu gündemimize geldi oturdu. Aslında siyasi olmaktan öte bir anlam taşımayan ve bu ülkede yaşayan halkların geçmişiyle barışmasına engel olmaktan başka bir işe yaramayacağını bildiğimiz bu karara verilen aşırı tepki işi ‘kan’ üzerinden ırkçılık yapmaya kadar vardırdı. Hem de hiç beklemediğimiz, “Milliyetçiliği ayaklar altına aldığını” söyleyen bir kitle tarafından. Aslında alışığız bu ‘kan’ üzerinden yapılan siyasete, kanıyla bayrak yapanları da gördük, kan döktükçe ‘barışsever’ olduğunu söyleyen insanları da. PKK’nın Ramazan’ın ilk günlerinde yaptığı alçakça kanlı eylemleri her fırsatta meşrulaştıran ‘kanla’ beslenen vampirleri de biliyoruz. Yine de, “Yaratılanı seviyoruz, yaratandan ötürü” şiarını kendine rehber edinen bir anlayışın ‘kan’ üzerinden bu ülkenin zenginliğini, yoksullaştırmak istemesini anlamıyorum işte.  

 

Memleket yoğun bir saldırı altında, bunu görüyor, biliyoruz. Başka ülkelerin parlamentolarında alınan kararların yanında, her daim memleketi yönetmeye alışmış, muktedirlerin kaybettikleri iktidarı geri alabilmek için işi hainliğe vardıracak kadar gösterdiği çabalarında farkındayız. Yine de bütün bunlar, taşıdığı kan üzerinden insanları tasnif etmeye vardıracak ırkçılığı canlandırma hakkını bize vermez. Halkları birbirine düşmanlaştırmak, akan kanı ve acıları çoğaltmaya yarar. 

 

Yüzyıl önce dönemin yöneticilerinin yaptıklarının sorumlusu ben değilim. Bu ülkede yaşayan insanlar da değil. O zaman neden ‘suçluluk’ duygusuyla kan bağını ya da dini, öne sürerek nefreti gelecek yüzyıla taşıyoruz yaşayanlar olarak? Bizi yaşatacak bir kanımız var, akmasın topraklarımıza kast edilmediği sürece. Başkalarının kanı da akmasın. Yaşamasını sağladığı sürece her insan ‘asil’ kan taşıyor, ne bir eksik ne bir fazla… Yaşamaktan onur duyduğum, sofrasına beni her daim kabul eden bu memlekete aynı duygularla bakan herkesin elini sıkarım kardeşlik adına. Soyuna, sopuna, geçmişine, taşıdığı kan grubuna bakmadan…   

 

Aleksi  Zorba’yla başladık onunla bitirelim kelamımızı:

 

 “Çocukken bir Türk komşumuz vardı. Çok yoksuldu, karısı da yoktu çocukları da. Ermiş bir adamdı bu Hüseyin ağa. Bir gün beni dizlerine aldı, hayır duası edermiş gibi elini başıma koydu. ‘Aleksi; dedi, bak sana bir söz söyleyeceğim; küçük olduğun için anlamayacaksın; büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum: Tanrı’yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayır duam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!”  

 

Ramazan ayı, herkese bolluk bereket ondan da önemlisi ruh güzelliği zenginliği getirsin. Asıl zenginlik de odur. Hayırlı Ramazanlar.

 

- Advertisment -