Kimseyi ilgilendirmeyen Kılıçdaroğlu-İnce çekişmesi AKP’nin alternatifini arayanlar için hayal kırıklığı olurken, solun ezeli bölünmüşlüğü ve iç çekişmelerini de gündeme getirdi. Yanlış da değil, Solla kastedilen CHP ise, Baykal’la başlayıp dinmek bilmeyen hizipleşme gerçekten de parti tarihine damga vurdu. Kılıçdaroğlu-İnce vakası bu zincirin son halkasından başka şey değil.
Ama bundan ibaret değil tabii. Bugünkü seçmen ezici çoğunluğunun 1976’dan beri CHP’nin sağa karşı kazandığı yegane seçim olan Nurettin Sözen’in rakipsiz favori Bedrettin Dalan’a karşı 1989 yerel seçim zaferinden, hatta AKP’nin kurulup iktidara yerleştiği 2002’den sonra doğduğu hesaba katıldığında ilerlemeden CHP ile ilgili bir özet de gerekli olacak:
1-Değişen CHP
CHP herşeyden önce devletin kurduğu bir devlet partisi. Sonra o da devleti kurmuş. İçiçe geçmiş devlet partisi ile parti devleti. Yaşamlarını 40’lardaki ilk seçime kadar ayrılma[z]yacak bir ikili olarak sürdürmüşler. 1946’daki ilk seçimi kazanan Demokrat Parti 1960’da darbeyle devrildikten sonraki seçimi de onun devamı Süleyman Demirel’in Adalet Partisi(AP) kazanınca o ebedi sanılan çiftleşmenin sonunun geldiği de anlaşılmıştı. CHP’nin tecrübeli ve kurnaz lideri İsmet İnönü, daha PR’cıların, algı, kimlik ve “seçim yönetimi”nin, hatta seçim araştırması sektörünün ufukta bile gözükmediği bir dünyada kendisinin ve partisinin imajını tazeleyip yenileyerek yeniden gündeme taşıyacak, biri içe öbürü dışa dönük iki kritik çıkış yaptı. Yeraltı örgütü TKP’nin kapalı kapıları dışında, daha güneşin altında solun telaffuz bile edilemediği, yasaklı bir ortamda devletin bir numaralı kıdemlisi olarak “Ortanın solundayım!” dedi. Amerika’yla bir kriz anında “Yeni bir dünya kurulur. Türkiye’de orada yerini alır!” ifadesiyle de Amerikan başkanını en korkacağı şey olan Sovyet blokuna meyletme imâsıyla tehdit etti.
60/70 dönümü CHP için değişim yıllarıydı: Üst-orta yaşlı Bülent Ecevit, bu çıkışlara rağmen yaşlanıp yıpranmayı geri çevirememiş İnönü’den gençlik imajıyla başkanlığı devraldı. Devralırken de tecrübeli, kurnaz ustasının hamlelerine taş çıkarmakla kalmayıp, geleceğin konuşkan PR’cılarına ders niteliğinde bir imaj paketiyle sundu kendisini kamuoyuna: mavi gömlek, beyaz güvercin ve Şenay’ın ”sev kardeşim” şarkısı
https://www.youtube.com/watch?v=B_jgYzkX5kM
Onyıllar sonra Cem Uzan’ı kolları sıvalı beyaz gömlekle kamuoyuna sunan reklamcısı, bu işlerin otomatiğe bağlanamayacağını, faşizan sağdan pay kapma hedefini ıskalayınca anlayacaktı. “Beraber yürüdük bu yollarda” şarkısı ise Erdoğan’ın zorlamalarına rağmen “sev kardeşim” gibi taşkın bir coşkunun değil, cılız bir iç konuşmanın sesi olabilecek güçteydi ancak. Ama bu yarım asır aralıklı bu son karşılaştırmanın dersi de; şarkının mesajının seçmenin politikacıya (“beraber yürüme”) değil, politikacının seçmene (“barış, dayanışma,kardeşlik,adalet”) vaadiyle yüklü olması gerektiğini hatırlatacaktı… Ecevit’in “halkla ilişkiler” başarısının seçim başarısına da dönüşeceğinin ilk işareti, halktan bir kadının taktığı ve kimliğini pekiştiren takma isim “Karaoğlan” olacaktı. Demirel’in darbelerde alıp gittiği fötr şapkasının alternatifi kasketiyle uyumlu bu adın tutması onun halka malolmasını daha da kolaylaştıracaktı…
Ama Ecevit sonuçta, geleceğin reklamcılarına rol modeli olmak üzere yetişmiş bir karakter değil, Robert kolej mezunu şair ve çevirmen, romantik bir aydındı. Selefi İsmet İnönü’nün yükselen populist sağdan rol ve gündem kapmak üzere sarfedilerek üstlenilmiş “sol” sözcüğünü ciddiye alıp içini, romantik hümanist karakteriyle uyumlu söylem eşliğindeki bir “sosyal demokrat” kimlikle doldururken yükselip tecrübe kazanan sağ-populizmin karşısına hazırlıksız yakalandıkları bir sol-populizm çıkartarak siyaset tarihinin dönüm noktası oldu. Siyaset sahnesi bundan böyle hep CHP-DP ikiliğini yeniden-üreterek şekillendi. Fark; sağ-populizmin artık devlet eliti yerine devletçilikle karışık bir sol-populizmin rakibi olmasıydı. Sahne, Ecevit’in kabuk değiştirme ertesi isim de değiştirecek partisi (CHP, SODEP, SHP, DSP) ile hep kısmen yenilenmiş kimliklerle yeniden örgütlenecek bir sağ popülist partiyle (sırasıyla AP, ANAP, AKP) populizm yarıştıracağı ikili bir kutuplaşma içinde seyredecekti.
Ecevit öte yandan da başarılı çıkışın karşılığını hemen alıp 73 ve 76 seçimlerinden galip çıktı. Sonra 70’ler boyunca Marksist solla temastan özenle kaçındı, ama seçim başarılarına rağmen iktidarı alamayıp 70’leri açık faşizm kalkışmalarına bile kapalı olmayan MC’ye bıraktı.
O aralıkta çok aktörlü siyasetin acemisi toy burjuvazi görgüsüzlüğünü, ideolojik çığırtkanlığını Tercüman gazetesinin üstleneceği şekilde Ecevit’le dönemin uluslararası sürprizi olarak Şili’de seçimle iktidar yüzdesi tutturan Marksist lider Salvador Allende paralelliği kurarak göstermişti. En korktukları şey olan komünizm kapıyı çalmış mıydı? “Bu kış komünizm gelebilir.” diyen Celal Bayar haklı mıydı? Sonuçta bir paralellik varsa bu farklı angajmanlı iki lider arasında değil, darbe yapan ordular arasında oldu. Pinochet onun iktidarının önünü bir darbeyle kesti.
Bu söylediklerimden zaten genelde farklı olduğumuz komşum Yıldıray Oğur gibi, https://serbestiyet.com/yazarlar/yildiray-ogur/oyle-mi-burjuva-bey-847250 ? Artık malı mülküne el konup, şirketine kayyum atanan burjuvaya yapılanları hak ettikleri sonucu çıkmayacağını umuyorum. https://serbestiyet.com/yazarlar/ihsan-bilgin/mal-fetisizmi-748522
“Çok parti” lafı sık kullanılır ama o; 60’ların ortasına kadar çift partiydi. Çok partiye doğru iki öncü hamle iki karşıt kutuptdan geldi: Sonları hep kodesle biten yeraltından ikrah getirmiş solcu aydınlar, TİP’i kurup, ilk seçimde on küsur militan milletvekiliyle meclise girdiler ve lider gölgesindeki miskin milletvekilliğinin alternatifi de oldular. Gizli-saklıları yoktu. Amblem olarak, Sovyetlerin aleni sembolü orak-çekiçle paralelliği aşikâr çark-başağı seçtiler. Ama 60 darbesinin sözcüleri de, ihtimalden olguya dönüşmeye başlamış soldan rol çalmak ve darbe rüzgarıyla hareketlenirken sola meyletmiş gençlikten de faşizan sağa kadro devşirmek üzere MHP’yi kurdular. 60’ların sonunda CHP ve AP’den kopanların minyon partileriyle gerçek bir siyasi yelpaze oluşmaya başladı. O ara Erbakan’ın MSP’siyle siyasal-islam da boy göstermişti ki, 73 seçimi galibi Ecevit, çok partili siyasetin ilk feykini atarak seçimin diğer sürprizi Erbakan’la koalisyona girdi. “Sev kardeşim”in beyaz güvercin uçuran barışçı Eceviti’nin öteki feyki de sonra ağzı kalabalık ortağının kendisiyle fetih yarıştıracağı bir savaşı başlatmasıydı. Ecevit rüzgarı, artık kitleselliği devralmış Marksist solla kararsız ilişkilerinden de bağımsız olmayan şekilde 76 seçimi ile 77-1 Mayıs ve 78-Maraş katliamları aralığında dindi. Ecevit’in o aralıkta MC’nin iktidar tedbirleri almak yerine tehdit gibi kullandığı Taksim mitinginde suikast ihbarına sürkontr gibi bir aldırışsızlıkla karşılık vermesi de bu ters-akıntıyı geri çevirmedi. Maraş’ın solun geneli için bir dönüm noktası olacağını içinden/zamanında okuyup (“somut şartların somut tahlili”) ifade eden bildiğim yegane yorum ayrı özel broşür de yayınlayan Birikim yazarı Ömer Laçiner’den gelmişti. Nitekim, iki yıl sonra gelecek darbe sol için dönüm noktasından da öte; en azından yirmi yıllık bir kitleselleşme dalgasının da sonu olacak, sonra da legalize olduktan sonra TKP’nin de milliyetçileşmesiyle ÖDP’nin kuruluşuna ve HDP’nin Türkiye’nin barajları atlamış sol partisine dönüşmesine kadar da kitlesellik iddialı Marksizme eğilimli sol örgütlenme ve parti olmayacaktır.
Yıllar sonranın 28 Şubat darbesi ertesinin iktidar alternatifi olarak MHP’yle ortaklığı bile göze alacak DSP’si o rüzgarın hiç değilse anısını tekrar yakalamak hadefli olduğu kadar, sonra Türkiye reel siyasetinin görüp görebileceği en aykırı karakterlerden ve süzme aydın, biliminsanı Erdal İnönü’yü de uzaklaştırırken CHP’nin karakterine dönüşecek Deniz Baykal’ın hizip baskısından yılgınlığının da sonucuydu.
2-Hep aynı sağ
Bir çift söz de sağ-popülizm hakkında etmeden hikaye tamamlanamıyor: On yıllarca seçim galibi olacak popülist sağın başlangıcı Demokrat partinin seçmenine yabancı adı oy deposu Anadolu taşrasında telaffuz bile edilemeyip “Demir-kırat”a dönüşünce izleyen AP de adres göstergesi niyetine kıratı amblem olarak seçmişti. İnönü ve Ecevit’in kitle-iletişime ders olacak hamleleri yanında çocuksu bir tercihti; ama kitle iletişimi esas olarak sonuçtan öte tartısı olmayıp zar atmaya benzer bir ilişki biçimi olduğundan o da tuttu. 73,76 hariç ve 80 darbesinin hemen öncesi 5 milletvekilliği için mini seçim dahil, iki onyıl AP silip süpürdü.
Memleketin idaresinin kırsal nüfusun iradesince belirlenmesini sindiremeyen kentli orta sınıf, rahatsızlığını ifade için daha adını bile telaffuz edemediğiyle özdeşleşme zaafını logolaştıran bu naif sembolizmi değil, Demirel’in tarla sulama kanallarıyla DSİ kariyerli mühendis imajına eşlik eden sınıf atlamış köylü kimliğine sığınan “çoban sülü” lakabını hedef seçmişti.
3-Marksist solun böleni
Yazının başlangıç teması bölünme ve parçalılık, CHP’ye has bir olgu ve algı değil . Solun geneli için de geçerli.
70’lerin bölünmüşlüğü genelde Çin-Sovyet çatışması temelli sanılsa da solu bölen esas olarak bir kavramdır: Milli Demokratik Devrim. MDD. Türkiye’de komünist olmanın çilesini epeyce çektikten sonra kavramı ortaya atan Mihri Belli özellikle 60’ların gençlik hareketi kökenli eğilimlerinde taraftar bulmuştu. Onyılların yeraltı örgütlenmesi TKP’yi paralelindeki Sovyet yanlısı TİP ile bloklaştırıp, 68 civarı yeşerip karşı blokta konumlanacak yeni soldan ayıran bu kavram oldu.
MDD esas olarak hedeflenen devrimin öznesi ve niteliği hakkında bir tezdi. Tarihi belirli aşamaların akışı olarak kavrayışın tipik ürünüydü. Buna göre feodal toprak sistemi yerine sermaye odaklı kapitalizmin alması için burjuva demokratik devrimi olması gerekiyordu. O olmadan sosyalist aşamaya geçilemezdi. Türkiye bu aşamayı yaşamamış bir toplum olduğundan önce onu gerçekleştirmeliydi. Sosyalistler de önce onu destekleyip/ateşleyip sosyalizm hedeflerini ertesine ertelemeliydi. Kendi geçmişlerini Deniz Gezmiş’in THKO’su ile İbrahim Kaypakkaya’nın TİKKO’sunda arayan Çin yanlısı “Halkın-vs.” görüşleriyle Mahir Çayan’ın THKPC’si devamı “cepheci” görüşler de liderlerinden beri bu kavrama angajeydi. Mahir Çayan’ın “kesintisiz devrim”i iki aşamanın beklemeksizin birbirini izlemesinden başka şey değildi. TKP,TİP ise acil aşamanın sosyalist devrim olduğunda ısrarlıydılar ki, bu onların Sovyetler angajmanından bağımsız bir beklenti değildi. Sosyalist devrimin Sovyet blokuna stratejik önemde bir ülkeyi daha katıp o bloku güçlendirmesi angajmanlarıyla uyumlu bir evrensel sonuç olacaktı. Çin yanlısı Maocular da aynı MDD ile ABD blokundan uzaklaşacak bir Türkiye’de iki kutuplu dünyaya bir üçüncü katıp ona liderlik etme hayalindeki Çin’in 3. Dünya blokuna yaklaştırma ihtimali görerek enternasyonel meşruiyet buluyordu. Zaten Çayan ve ardıllarıyla ayrıldıkları yer de burasıydı. Onlar rol modeli diye Çin/Mao yerine taze devrim ateşi Küba/Castro&Che’yi görüyordu.
Avrupalı kapitalist toplumların Fransız devriminde köylülerin başlattığı ayaklanma ertesinde burjuva sınıfının iktidara önce ortak sonra hakim olması ile mümkün olması MDD’nin tarihsel meşrulaştırıcısıydı. Bu devrimin öte yandan da toprak yönetmekten insan yönetmeye evrilirken modernleşmiş mutlakiyetçi(absolutist) devlete dönüşmesiyle paralelliğinin tarihsel/teorik zeminini hazırlayan Foucault’dan daha kimsenin haberi yoktu.
Zaten oradaki “mutlakıyet”[absolut]’i artık insanı yöneten devletin bedeni dahil insan bireyleri üzerindeki mutlak (nefessiz bırakan) hakimiyeti değil despot bir kralın emir hükmündeki kararları anlamına geldiği ve o mutlakiyeti önce kralla paralel, sonra da kralsız bir parlamento hakimiyetinin izlemesinin tarihin doğru yöndeki akışıyla uyumlu olduğuna ilişkin ulus-devletin kendini meşrulaştırma zokasını yutmuştu bir kere. Modern toplumun başlıca ve en teferruatlı örgütü devlete ilişkin bu çarpık kavrayış Marksizmin temel kategorisi sınıfın da gölgelenmesine neden oluyor, bulanık bir yığın olarak halk kategorisi sınıfın yerini alıyordu. Haksızlık da etmemeli; Sol, bütün o karışıklık içinde Marx külliyatı referanslı olup, Avrupa feodalizmini yaşamamış doğu toplumlarına ilişkin Sencer Divitçioğlu’nun dikkati çektiği ATÜT(Asya tipi üretim tarzı) kavramına da ilgisiz kalmamıştı.
Hollanda’nın denizden kazanılıp tarıma açılmış toprakları: Kanal ağıyla karaya yayılmasına izin verilmiş deniz suyu, sonra değirmen ve pompalarla denize geri püskürtülmekte, nihayetinde de kentleşmenin zemini olmaktadır.
ATÜT, toprak mülkiyetinin Avrupa gibi özelleşmediği toplumlarda devletin Avrupa gibi egemen soylu sınıfının hizmetindeki bir aygıttan ibaret olmayıp, sulama sistemleri vs. kamusal işleri de üstlenmesinin altını çizen bir saptamaydı. Bunun siyasi sonucu, ortaçağ feodalizmi sonrasına da devrolmuş bir “devlet baba” algısıyla devlete duyulan güvendi ki, solun devletle kolayca özdeşleşmesi de bu algıyla tamamen ilgisiz değildi. Benim anlam veremediğim şey; Marx’ın yetiştiği yukarı-Ren’in iki adım ötesinde denizden kazandığı toprakları önce tarım; sonra zamanı gelince de kentleşme zemini diye kullanmak üzere toplum içinde paylaştırmayı “polder” adıyla demokratik bir müzakere kültürüne de dönüştürmüş Hollanda/Niederlande[alçak ülke] istisnasını görmezden gelişidir. Ne olursa olsun, ATÜT’ü hatırda tutmanın tarihsel/teorik zindeliği, Türkiye’nin zamane solundan kalıp darbelerin de anlamlandırılacağı işlek bir zihinsel miras olarak geleceğe aktarılacaktı. Devletin elinde tekelleşmiş toprak stoku sonraları yetersiz konut piyasalarını telafi aracı gecekonduları mümkün kılışıyla da sosyal bilim literatürüne geçecekti.
Zaten oradaki “mutlakıyet”i [absolut] artık insanı yöneten devletin bedeni dahil insan bireyleri üzerindeki mutlak (nefessiz bırakan) hakimiyeti değil despot bir kralın emir hükmündeki kararları anlamına geldiği ve o mutlakiyeti önce kralla paralel, sonra da kralsız bir parlamento hakimiyetinin izlemesinin tarihin doğru yöndeki akışıyla uyumlu olduğuna ilişkin ulus-devletin kendini meşrulaştırma zokasını yutmuştu bir kere. Modern toplumun başlıca ve en teferruatlı örgütü devlete ilişkin bu çarpık kavrayış Marksizmin temel kategorisi sınıfın da gölgelenmesine neden oluyor, bulanık bir yığın olarak halk kategorisi sınıfın yerini alıyordu. Bu karışıklıkta askeri darbeye verilen “ordu kılıcını attı!” gibi ipe sapa gelmez reaksiyonlar bile, siyasi görüş niyetine tartışılıyordu.
70’lerde talebeyken İTÜ-Taşkışla koridorlarında tanığı olduğum şu hararetli MDD tartışması bu rayından çıkmış kavrayışın iyi örneğiydi: Türkiye’de bağımsız bir burjuva sınıfı gelişmediğini savunan MDD yanlısı ötekine soruyor: “Peki örnek ver! mesela kim bu burjuva?” Çarpıcı yanıt: “Hacı Bekir.” Yerli/milli’nin hemen akla getiriverdiği karakter örneği, aileden ticaret erbabı Yahudi Galata tüccarı değil, kısa yoldan; takkesiyle hemen şuracıkta, oturma odamızdaki divanda tespih çeken hacı dedemizdi… Sadece hacılığı değil, Bekir’liği de bu kavrayışı tamamlıyor: Osmanlı mirasının onca kozmopolit çeşitliliğinden ayıklanarak özgülleşmiş, Cumhuriyetin de harcı, yerelliği garanti bir etnik kimlik bu: “Türk-İslam”. Israr edilse Kurukahveci Mehmet efendi diyecek besbelli. Bugünkü yerli/milli’nin 50 yıl öncenin sol siyasi zihniyetine ayrım gözetmeksizin sinmiş hali.
Abraham Salomon Camondo
Kamondo merdiveni-Galata
Tartışmanın soruyu sorana sınıf kategorisinin öznelerle tartışılamayacağını hatırlatmamış izleyicileri, “Türk-İslam şart mı? Shakespeare’nin Venedik taciri Shylock’unun birkaç yüzyıl sonranın imparatorluk başkenti İstanbul’daki meslektaşı Abraham Salomon Camondo bu rolün sahibi değil mi? Zaten Hacı Bekir de sermayenin adresi değil, başarılı bir işletme lideriydi.” sorusunu sormadı. Zaten, binaları, merdivenleri bir yana onu sadece resminden bile tanısalar, muhtemelen daha ziyade yerli/milli’ye yabancı, züppeliğe yatkın bir karakter göreceklerdi.
Ama bugün içlerinden biri; yarım yüzyıl sonranın perspektifiyle yapılan bu eleştiriyi “Urfa’da Oxford vardı da gitmedik mi?” demiş Tatlıses hazırcevaplığıyla “ Türkiye’nin maddeci sosyal tarihi yazılmış, anlatılmıştı da öğrenmedik mi?” diye yanıtlasa haksız olmayacaktır.
Hakikaten de Çağlar Keyder’in Cumhuriyet ertesinin devlet ve sınıf ilişkilerini bir çırpıda ve usta bir yalınlıkla anlattığı bildiğim Routledge siparişi olarak önce İngilizce basılmış kitabı da daha yoktu ortada. Şevket Pamuk’un makro iktisat tarihleri ile mesela Tarih Vakfı kolleksiyonu mikro tarihler de onlarla birlikte geldi. Sosyalizmin ve sosyal mücadelelerin tarihi Ertuğrul Kürkçü,İskender Savaşır gibi ehil ellerin yönetiminde ansiklopediye bile dönüştü. Murat Belge’nin üç ülke çiftini(Türkiye-Yunanistan, Almanya-İtalya, Japonya-Hindistan) birden çaprazlama kıyas cetveline vurmak gibi zahmetli bir entelektüel işin üstesinden gelerek karşılaştırmalı sosyal/siyasal tarihyazımının iddialı örneği olacak ”militarist modernleşme”si de.. Ama tarihin cilvesi bu ya : Meraklısına maddeci bir sosyal/siyasi tarih anlatısı sunabilecek bu yayın menüsü kitapçı raflarında boy gösterdiğinde artık bunlardan ders çıkaracak, 70’lerin ezberi “somut şartların somut tahlili” peşinde aktif sol da kalmamış; o aktif solu imha projesi 80 darbesinin kurbanı olmuştu. Sözünü ettiğim burjuva banker Camondo’nun sırf monografisi değil, ait olduğu sınıfla birlikte mekânı Bankalar Caddesi de tarihçi Edhem Eldem küratörlüğünde kapsamlı bir bağımsız serginin konusu olacaktı…
Tabii bu gecikmeden o literatürün yazarları ve yayıncıları sorumlu tutulamaz. Keyder, Pamuk gibi yazarlar formasyonlarını Amerika’daki akademik hayatlarına borçlu olsalar da 70’lerin sol hareketliliğinin enerjisinden nasiplenmemiş değillerdi. Yayıncıları da öyle.. Devlet ve “yerli-milli” konularında resmi devlet propagandasının zokasını yutup alternatifini Nâsır ve Enver Sedad’ın sözde-sola açık askeri darbe modeline mesafe koyamayacak şekilde Doğan Avcıoğlu’nun kitaplarıyla İlhan Selçuk’un köşe yazılarından öğrenmiş bir solun devletin ekonomiyi komutasının ürünü ithal ikameciliğin ve devletçiliğin sol olmadığını kavrayıp, devlet komutası altında olmayan piyasanın Fernand Braudel’ in altını çizdiği vahşi kapitalizm kadar sivil topluma da yataklık edebileceği sonucunu çıkartması mümkün değildi.
4-Özal’ın diyalektiği
Bunlar da Asaf Savaş Akat’ın kitabından öğrenilecekti. Ama bir kitaptan ibaret değil, Özal’ın diyalektiği de bu farkındalığı kolaylaştırmıştı: Özal’ın diyalektiği daha iktidara gelirken işlemeye başladı: 1983 seçimlerin