Ana SayfaYazarlarSorun dindarlıkta mı?

Sorun dindarlıkta mı?

 

Galatasaray’ın Uruguay’lı kalecisi Muslera – ki kendisini geldiğinden beri çok sempatik buluyorum – bir tweet atmış ve demiş ki, “Başkan dini koronavirüsün önüne geçirdi. Dualarla başa çıkabileceğini düşündü ve işler zorlaştı.” Türkiye’ye gelen spor adamlarının bir süre sonra biraz bizlere benzemeye başladıkları görülmüştür. Lucescu’yu bile sonunda hakemlere atıp tutarken hatırlıyorum.

 

Muslera’nın bu tweeti derhal TT olmuş. Tabii, altında yorumlar sel gibi. İlkini alayım buraya sadece, sonra diyeceğime geleyim. Devrim isimli twittercı “kimsenin konuşmadığını konuşuyor tebrik ederim” diye yazmış… Kimsenin konuşmadığı!

 

Oysa hiç de öyle değil…

 

Erdoğan’ın günler sonra çıkıp, geleneksel tabanı da dahil neredeyse kimseyi tatmin etmeyen, hayal kırıcı konuşmasından sonra özellikle sosyal medyadan seslenen muhaliflerde benim en çok rastladığım argüman buydu. Laikler, koronaya karşı tanık oldukları etkisiz, ağırdan alan iktidar politikalarını Erdoğan’ın İslâmcı tasavvur dünyasına bağlamayı pek sevdi. Zaten önemli bir kesim için, ilk el attıkları klişe yıllardır değişmedi. “Geçersiz, yanlış, dar kafalı” buldukları her tutumu, bilimle arasının kötü olduğundan şüphe etmedikleri İslâmcı düşünce dünyasına bağladılar. Korona krizinde de, Erdoğan’ın konuşmasında elle tutulur bir paket çıkmayıp, çok anlaşılır nedenlerle hep yaptığı gibi “sabır, dua, tevekkül” türü, iletişimsel verimine güvendiği sembolik dokundurmalar yer alınca, temel meselemizin bilimsel düşünceye kapalı İslâmi kafa olduğu eleştirisi tedavüle giriverdi.

 

Bu İslâmofobik bakışla, ne olan biteni doğru yerden anlamlandırmak, ne de iktidara destek veren ya da muhalefete mesafe koyan kesimlerle duygusal ve düşünsel temas kurmak mümkün kanımca. Aslında CHP merkezi, siyasi hatâları inançla ilişkilendiren bu pozitivist, ayrımcı söylemi terk etti. Fakat bütün bir Cumhuriyet endoktrinasyonunun mirası olan bu bakış, laik tabanda inatla yaşıyor.

 

 Salgın sürecinin hiçbir aşamada iyi yönetilemediğini düşünenlerdenim ben de. Ama bunun nedenlerini farklı yerlerde aramak gerektiği kanısındayım. İki temel etken var, alınan (ya da alınmayan) kararlarda. Birincisi, konunun yeni olması ve tüm dünyayı çok hazırlıksız yakalaması. İkincisi ontolojik endişe. Siyasi iktidarın kendi varlığını koruma altına alma güdüsü.

 

Olayın uzak bir coğrafyada başlaması ve Çin’in totaliter rejim refleksi ile sansürcü davranarak dünyayı bilgilendirmekte gecikmesi, hem işlerin ağırdan alınmasına, hem de hastalık hakkında veri eksiklerine ve tedbir zafiyetlerine yol açtı. Fakat galiba daha önemlisi, toplumsal düzenin ve insan aklının doğası. Çok uzun süreler içinde evrilerek gelen sofistike bir toplumsal düzenin işleyiş mekanizmalarını, hiçbir hazırlık olmadan, ani bir gereklilikle durdurmak, anahtarı kapatıp “haydi evlere, bir süre bekleyeceğiz” demek imkânsız. İnsanlık düzeni ve aklı buna müsait değil. En azından işin ciddiyetinin anlaşılmasına izin verecek makul bir süre içinde, mevcut düzeni fazla bozmadan krizi atlatma düşüncesinin hâkim eğilim haline gelmesi şaşırtıcı olmamalı. Nitekim, (Almanya’nın hakkını yememek kaydıyla) neredeyse bütün Avrupa ağır hasar aldı.

 

Bizim hatâmız ise, tehlikenin farkında olduğumuz iddiasıyla yeterli önlemler aldığımıza inanmak ve asıl önemli kararlarda ya gecikmek ya da daha kötüsü hâlâ ayak diremek oldu. Sınırlara termal kamera koyup oluk oluk insan akışına izin vermenin, evde içeriye soğuk hava gelmesin diye sinekliği kapatmaktan çok farkı olmadığı açıkken, “hastalık bize gelmedi” anonsu yaptık. Oysa, virüsün bulaşıcılık hızı da, ortalama 15 gün belirtisiz geçen kuluçka süresi de bilinmiyor değildi. 

 

Daha vahimi, İtalya örneği ortaya çıkmış, hastalığın yıkıcılığına ilişkin simülasyonlar alarm vermeye başlamışken gösterilen tutukluktur. Bu noktada, Türkiye’nin “uzak coğrafya, az bilgi ve ani tehlike” etkenleriyle gösterdiği ilk zafiyetten farklı bir zafiyet fazına geçtiğine inanıyorum. O da, karar mekanizmalarının insiyatifsizliği ve en etkin otoritenin düzenin bozulmasının siyasi maliyetini göze alamamasıyla ilgili diye düşünüyorum.

 

Türkiye bu soruna ekonomik kriz içinde yüzerken, kamu kaynakları dibe vurmuşken yakalandı. Erdoğan, hayatı durdurmanın ekonomik ve toplumsal faturasının karşılanabilir olmadığını gördü. Ekonomik sistem durup, işsiz ve aç insan sayısını beşe ona katladığınız takdirde, 100 bin yerine 20 bin can kaybettik diyerek iktidarda kalamazsınız. Fakat hayatı idame ettirip sistemi döndürmeyi başarabilirseniz, bunun kaç cana mal olduğu tartışmasının altından kalkma şansınızın daha çok olduğunu düşünebilirsiniz. İşte tam bu noktada toplumsal kültür, inanç üzerine kurulmuş siyasal iletişim, güçler dengesi, medya ve enformasyon dünyasındaki hegemonya vb çok önem kazanır. Tam bir ekonomik çöküntüde işe yaramayacak, sizi kurtarmayacak unsurlardır bunlar; ama işler biraz yürüyor, eve her şeye rağmen ekmek giriyorsa iktidarı ayakta tutabilir.

 

Türkiye’de camilerin cemaate kapatılmasından maçların ertelenmesine, umrecilerin durumundan hâlâ sokağa çıkma yasağının konulmamasına kadar alınması gereken radikal kararlara karşı hep ayak diremenin, gecikmenin ya da bu kararların hâlâ alınmamasının arkasında, iktidarın bu ayakta kalma güdüsünün yattığını düşünüyorum.

 

Bu tercihin bir gereği de istatistikler üzerinde kontrol ve sansür uygulamaktır. Biz hastalığın hangi şehir ve mahallelerde görüldüğünü hâlâ bilmiyoruz. Bütün dünyada bir tek Türkiye’de böyle olduğunu okuyoruz. Ayrıca, hâlâ çok az sayıda test yapılıyor. TTB, test sonuçlarının sayısal olarak doktorlar tarafından bile bilinmediğini, her merkezde sadece bir kişinin toplam sonucu bildiğini ve bu bilginin dışarıya kapalı olduğunu açıkladı.

 

Başa dönersek…

 

Sonuçta iktidar, düzenin bozulmasının getireceği siyasi maliyetin can kayıplarının maliyetinden daha fazla olduğunu düşündüğü için, hastalığın kontrolden çıkma yoluna girdiğini düşünüyorum.

 

Yoksa Muslera’nın söylediği gibi duanın kerametine inanıldığı için değil.

- Advertisment -