Ana SayfaHaberlerGündemSalgın dendiğinde aklıma hep Reşat Nuri gelir

Salgın dendiğinde aklıma hep Reşat Nuri gelir

 

Reşat Nuri’yi hep çok sevmişimdir. Bunun pek çok nedenlerinden biri de Anadolu’yu ve devlet memurlarının hallerini çok iyi anlatıyor oluşudur. Salgın, tam olarak bu ikisini aynı anda ibretlik bir ders gibi anlattığı, en sevdiğim hikâyelerindendir. Herkesin eve kapanıp yeni okuma listeleri yaptığı bugünlerde Salgın’ın da zorunlu okumalardan olduğunu belirtmek isterim. Hikâye kısaca şöyledir:

 

Hayat karşısında gerçek anlamda hiçbir şey yapmamanın ruhu ezen yorgunluğu ve her şeyin ölüme dönüşecek olmasının verdiği anlam yokluğuyla baş edemeyen zayıf bir karakterdir Gökpınar kaymakamı. Uzun yıllar taşrada ve taşra halkıyla baş başa olmanın verdiği bezginlik zamanla bir azaba dönüşmüştür.  

 

Dairesinden nadiren dışarı çıkan, çıktığında ise ya mezarlığa yahut dere kenarına giden, insan arasına çok fazla çıkmayan, en sevdiği iki ağaçtan biri ölümün hüznünü hatırlattığı için servi ve diğer, yaşamın zevkini simgelediği için söğüt olan, dışarıdan bakıldığında tuhaf ama yakınlaştıkça sıradanlaşan bir ruh hali vardır Kaymakam’ın. Mutluluk onun için söğüt yaprakları gibi kararsız ve elle tutulamazdır; tıpkı hayatın kendisi gibi. Tıpkı kendisi gibi!

 

Otuz küsur yıllık memuriyet hayatı onda karar vermek, herhangi bir meseleyi kestirip atmak kabiliyetini büsbütün dumura uğratmıştır. Öyle olunca, gelen talepleri karara bağlayan kişi uzunca bir süredir Yazı İşleri Müdürü’dür. Taşradaki hemen her devlet dairesinde var olan, yerli halkı iyi bilen, gözü açık, zaman içinde üstündeki ve altındakileri idare etmekte pek mahirleşmiş biridir Yazı İşleri Müdürü. Kaymakamın bizatihi kendisine gelen ve üstünkörü okuyup öylece çalışma masasının çekmecesine attığı talepler ve haberdar etmeler hariç olmak üzere ne iş varsa Yazı İşleri Müdürü ona bırakmaksızın karara bağlar, gereğini yerine getirir.

 

Kaymakam, günlerden bir gün, yılda iki kere temizlediği masasının çekmecesindekileri atmadan önce bir kez daha okumaya dalınca iki satırlık bir cevabı bile çok gördüğü mektuplardan birine dikkat kesilir. Mektup, Karlıbey köyü ilkokul öğretmeni Cevdet’ten gelmiştir ve köyde baş gösteren bir salgını haber vermekte, derhal harekete geçilmemesi halinde olası toplu ölümlerden söz etmektedir. Köyde salgına tutulanlar, şiddetli baş, arka ağrıları ve kusmalarla yatağa düşmekte, ateşleri yükselmekte ve birkaç saat içinde kendilerini kaybetmektedirler. Üç dört gün bu halde can çekiştikten sonra da ölüp gitmektedirler.

 

Cevdet Öğretmen, canhıraş bir halde, doktor olmadığı için hastalığın ne olduğunu elbetteki bilemediğini, sadece gördüklerini anlattığını, elli hanelik köyde bir anda altı kişinin benzer şekilde ölmesinden hareketle bunun kuvvetle muhtemel bir salgın olduğunu yazmaktadır. Kaymakam ne kadar yorgun ve kararsız ise Cevdet öğretmen de bir o kadar cevval, dinç ve kararlı, işine ve kendine inanan bir mizaçtır. Cumhuriyet eğitimi almış, eğitimsizliğin büyük dert olduğunu Anadolunun ücra köylerinde yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Bütün gözü karalığıyla şöyle yazar:

 

“Köylüler, cahil insanlar, hastalıktan sakınmasını, korunmasını bilmiyorlar. ‘Aman çoluk çocuğunuzu kollayın belki geçer’ diyecek olursam kızıyorlar. ‘Biz çok şükür Müslüman insanlarız. Hastadan iğrenmek günahtır’ diyorlar. Okulun eski öğretmeni olan ihtiyar imam da onları benim aleyhime kışkırtıyor. ‘İmanımızı bütün tutalım. Allah’a yalvaralım. Bir suçumuz, günahımız varsa affetsin. Kim bilir ne kusurlarımız var ki Allah bu belayı gönderdi’ diyor. Bu dağ tepesinde bütün dünya ile alakasını kesmiş garip, fakir köylülerin cehaletlerinden başka ne günahları olur? Halbuki o suçun sorumlusu da kendileri değil. Şimdiki halde bu salgın karşısında yapılan tedbir hastaları hocaya nefes ettirmekten ve köyün başından bu belayı defetmek için akşam namazlarında Kunut duasını okutmaktan ibarettir.”

 

Bu durum karşısında Öğretmen, binbir zahmetle ağır kış şartlarında dağ köyünden kasabaya giderek nahiye müdürüne durumu anlatır ama hiçbir sonuç alamaz. Nahiye müdürü, başından savmaya çalışır. Bir şey yapmamış olmamak için ise bir süre sonra jandarmalarla solfato ilacı yollar köye. Bunun üzerine, Cevdet öğretmen yolu izi belli olmayan en sapa bu köyden kalkıp bir kez daha yollara düşer ve müdüre, “Bey, ayaklarını öpeyim. Bilmediğimiz bir hastalığa solfato ilacı kâr eder mi?” der. Buna hiddetlene müdür ise, “Ne diye üstüne lazım olmayan şeylere karışıyorsun? Ne diye izin almadan işi bırakıyorsun” diye azarlar.

 

Kaymakam, mektubu okudukça ne yapacağını bilemez, sayfalar eline “çam sakızı gibi yapışır”. Tabii ki hemen Yazı İşleri Müdürü’nü çağırır ve mektubu okutarak bu öğretmeni tanıyıp tanımadığını sorar. Yazı İşleri Müdürü, okuduklarından çok rahatsız olmuştur. “İstanbul öğretmen okulunun başımıza bela ettiği kişilerden…kendisini gayet iyi tanırım. Huysuzdur, geçimsizdir, ukaladır. Anarşist gibi bir adamdır. Köylü ile daima hır çıkarır.” diye cevap verir. Resmi yanı olmayan mektubu yırtıp atarak meseleyi kökünden çözmeyi önerir. Fakat Kaymakam bunu yapamaz, eli gitmez, içsel bir huzursuzluk duyar. Hayat karşısındaki bütün yorgunluğunu ve bedbinliğini bütünüyle üzerinden atmasına vesile olacak bir fırsat yakalamışcasına bir hisse kapılır. İlçedeki doktorun derhal gönderilmesini ister.

 

Yazı İşleri Müdürü, ayak diretir, türlü yalanlarla doktor Remzi’nin gitmesinin henüz elzem olmayabileceğini söylerse de Kaymakam umulmadık bir sertlikle karşılık verir. Yazı İşleri Müdürü yine de en azından Nahiye Müdürü’ne yazarak “gerçek” durumu öğrenme konusunda Kaymakam’i ikna eder, pek tabii ki gelecek cevabı kendi yazmışcasına bilerek.

 

Gelen cevapta, Cevdet Öğretmen’in geçimsiz ve köylülerle her fırsatta ters düşen, üzerine vazife olmayan işlere karışıp duran bir düzen bozucu olduğu yazmakta, hastalıkla ilgili durumu bilerek abarttığı ve devleti zor durumda, aciz bırakmaya çalıştığı yazmaktadır. “Karlıbel köyünün sağlık durumunda endişe edecek bir olağanüstülük olmadığını zannetmekle birlikte…” kasaba doktorunun çıktığı bir başka köy görevinden kasabaya döner dönmez göndereceğini de yazmaktadır. Yanı sıra Cevdet efendinin kendisine gelişlerinde haddini aştığı ve saygısız davrandığı, hükümetin güvenirliğini zedeleyecek sözler söylediği ve makam atlayarak kaymakamlığa yazı yazmasının üzüntü vericiliği de belirtilmektedir.

 

Bu sürüncemeler içerisinde Karlıbel salgını mektubu, gündelik olaylar arasında unutulur gider. On iki sonra kaymakamlığın bir üst mercii olan mutasarrıflıktan bir yazı gelir. Cevdet öğretmenden giden yeni bir mektuptan hareketle kaleme alınan yazıda, Karlıbel köyündeki salgından ve ölenlerin sayısının on üçü bulduğundan bahsedilerek, öğretmenin tüm çabalarına rağmen nahiye müdürlüğü ya da kaymakamlığın herhangi bir eylemde neden bulunulmadığı sorulmaktadır. Konunun incelenerek durumun ecilen bildirilmesi istenmektedir.

 

Nihayet sözde başka bir köye vazifeye giden doktor Remzi Bey nahiyeye dönmüş ve zorunlu olmasa asla yapmayacağı bir biçimde olanca kar fırtınasına rağmen jandarma neferleriyle birlikte Karlıbel’e gitmek üzere ikna edilmiştir. Ne var ki, kar kış kıyamet kısa sürede takatlerini keser ve yol üzerindeki bir başka köyde konaklayan doktor, Karlıbel hakkında köyün alaylı ihtiyar öğretmeninden bilgi alır. Öğretmen’e göre sorun öğretmendedir. Hastalık mastalık hep uydurmadır vs. Kar da iyice arttığından, Doktor Karlıbel’e gidemeyerek yeniden nahiyenin yolunu tutar. O da artık vazifesini yapmıştır.

 

Bir süre sonra Tanin’de Karlıbel köyündeki salgında on beşten fazla vatandaşın telef olduğunu bildiren birkaç satırlık bir yazı çıkması üzerine bu kez İl Sağlık Müdürü Vali tarafından tahkikat için görevlendirilir ve bu amaçla ilçeye gelir fakat o da vazifesini bir an önce, toz kaldırmadan yapıp işi başından savmaya çalışan, yükselmesini yalnızca dalkavukluğuna borçlu bir adamdır.

 

Tıpkı kaymakam gibi güzel yazıya, şiire, hat sanatına düşkündür ve Kaymakamla olan görüşmelerin konusunu daha ziyade bu konular teşkil eder. Ve, “bereket versin” Müdür, Yazı İşleri Müdürü’nün yakın dostu Kozacı Şakir’in eniştesidir.  “Ahbaptan adama ziyan gelmez” fehvasında çok geçmeden Kozacı Şakir’in evinde büyük eğlenceler tertip edilmeye başlanır. Ne kadar eşraf varsa Kozacı Şakir’in sazlı sözlü eğlenceli akşam yemeğinde toplanır. “Zevk ehli” Sağlık Müdürü, durumdan pek memnun, herkese abartılı iltifatlarla coşkudan coşkuya atılmaktadır. Eğlencelere katılan kadı efendi ona göre “kabına erişilmez bir alim”, “öğretmenlerden biri, “Müslüman Aristo”, ve şeyh efendi, “Batı alimlerinin hariçte aradıklarını kendi nefsinde bulmuş ve davayı kökünden halletmiş bir arif”tir.

 

Tahkikat için gelen Sağlık Müdürü, eğlencelerden kalan vakitlerde, işi olabildiğince ağırdan almakta, kardan kapalı yol dolayısıyla köye bir türlü erişilemediğini resmi kayıt altına aldırıp işi “güzellikle” kapatmaya çalışmaktadır. Neticede bir ‘fen adamı”dır ve idari işlerden anlamaması gayet normaldir. “Bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkarmaya çalışmaktadır”. Hep birlikte el birliğiyle işin üzerini örtmeye çalışırlar. Karlıbel köylüleri dışındaki herkesi kurtaran bir rapor düzenleyip durumu nihayetlendireceği esnada son bir kez görüştüğü Yazı İşleri Müdürü’nün boş bulunup anlattıklarıyla içine bir kuşku düşer. Bunun üzerine tahkikatı sürdürür ve yakın köylerden gelip geçen köylülerle konuşur fakat yine duruma dair gerçek bir bilgi alamaz. Alamadıkça Cevdet öğretmene olan öfkesi artar. Tıpkı diğerleri gibi o da Cevdet öğretmenin mübalağacı, yalancı ve ortalığı bilerek karıştırarak kendini göstermeye çalışan bir adam olduğuna her defasında yeniden hükmeder.

 

Neticede, “ne şiş yansın ne kebap” türü bir tahmini ve danışıklı bir raporla ilçeden ayrılmak ve bu belalı işten sıyrılmak üzereyken bu kez de ilçeye neden geldiği belli olmayan çekirdekten yetişme, zeki ve dürüst aynı zamanda “kolay ve parlak muvaffakiyetlerle kendini göstermeyi seven” bir mülkiye müfettişi gelir. Adam aslında konudan bihaberdir fakat Sağlık Müdürü bu haberi alır almaz içine yine bir kurt düşer ve derhal gidip müfettişi ziyaret eder. Onu buralara taşıyan dalkavukluğundan en ufak bir şey esirgemeyerek müfettişi göklere çıkarırken bir yandan da tam bir boşboğazlıkla olan biteni anlatıp kendisinin bir fen adamı olduğunu, müfettişin engin idari tecrübesiyle raporunu sonlandırabileceğini ifade eder.

 

Neye uğradığını şaşıran müfettiş hem durumu hem de durumun içinde kendi açısından yatan fırsatı görerek işe dahil olmayı düşünür ise de bir gün sonra güçlü bir diş ağrısıyla uyanınca bütün hevesi kaçar ve durumu idare edip bir an önce İstanbul’a dönse iyi olacağını düşünür. “Bu Karlıbel işine el koymak tehlikeli bir şeydir…”. Müfettiş de engin tecrübesinin gösterdiği yolda ilerleyerek, Sağlık Müdürünü çağırır, inceleme evrakını şöyle bir gözden geçirip ona göre “gerekenleri yapacağını” söyleyerek ilçeden ayrılır ve hikâye burada biter.

 

Yaşananların ardından İl’in kararı şöyledir: “adi bir mevsim hastalığını helak edici bir salgın şeklinde haber vererek halkı dehşete düşürdüğü, devlet dairelerini ihmal ve salgının yayılmasına meydan vermekle itham eylediği, bu dairelerin başındaki kişileri üst makamlara şikâyet suretiyle fitne ve fesat çıkarmaya çalıştığı ve bunlara sırf yaradılışındaki karıştırıcılık ve intikamcılık meyillerinin sebeb ve etkili olduğu belirmiş bulunan Karlıbel öğretmeni Cevdet Efendi’ye kat’i bir ihtar ve on beş gün maaş kesme” cezası verilmesine…

 

Ona bu tebliği götüren zarf havalar açılıncaya kadar nahiye postanesinde bekledikten sonra Karlıbel’e gidebilmiştir. Birkaç gün sonra da sararmış, buruşmuş, kirlenmiş fakat açılmamış olduğu halde üstünde şu satırlarla geri dönmüştür:

 

“Muallim Cevdet efendinin bir buçuk ay evvel bilinmeyen bir hastalıktan dolayı vefat ettiği anlaşılmış olmakla iade kılındı.”

      

 

              

- Advertisment -