Biliyoruz ki bu ülke, topluma dair Durkheimcı ve Weberci bakış açılarının tam bir çatışma alanıdır. Durkheim’e göre toplum, bizi baskılayan ve hatta “yaratan”, içinden çıkıp özgürce amaçlarımıza ulaşmanın neredeyse mümkün olmadığı katı bir yapıdır. Bir tür din gibi inançlarımızı, kimliğimizi ve değerlerimizi belirleyen odur. Yalnızca dış dünyamızda değil kendi içimize çekildiğimiz anlardaki düşünüşlerimizi de şekillendirir. Dışsal ve nesnel bir gerçeklik olarak bireyleri ezer, küçültür, iktidarsızlaştırır ve tanımlı bir hayata zorlar. İşbirliği yaparsanız işiniz kolaylaşır ama bu bir tür tutsaklığın konforudur. Bunu reddederseniz hayatınız öylesine zorlaşır ki her türlü yaftalanmayı, gözden çıkarılmayı ve yalnız bırakılmayı göze almak gerekir.
Weber ise nesnel ve dışsal bir gerçeklik olarak toplumun varlığını reddetmemekle birlikte onu ayakta tutan şeyin bireylerin tekil olarak yaptıkları anlamlı eylemler olduğunu ve bu tekil eylemlerin onun yapısını değiştiren etken olduğunu söyler. Bireysel öznellikler, yapısal nesnelliklerin ayakta tutucusu, değiştiricisi ve sürekli olarak yeniden tanımlayıcısıdır. Toplum ne kadar belirlerse belirlesin biz onunla işbirliği yapmadıkça duvarların dışına çıkmak her zaman mümkün -ve de gereklidir! İnsanın failliği hiçbir durumda yok olmaz ancak kısıtlanıp kayıt altına alınabilir. Bireysel eylemler bizi umulmadık toplumsal sonuçlara götürebilir. Pek çok sosyolog için bu iki farklı görüş ya da bakış açısı esasen bir çatışma içermez, yalnızca uzlaşmazdır (antithetical).
Ne var ki bizde her alanda çatışma esastır. Belki de buralarda toplumsal yapıyı ayakta tutan şey ne Durkheim’ın dediği gibi sosyolojinin baskı gücü ne de öznelerin anlamlı eylemleriyle yaptığı yeniden tanımlamalardır. Bizde bu ikisi arasındaki çatışmadır, çözülmeyi ve anlamsızlığa düşmeyi engelleyen ana etken. Kapmlaşmak ve kutuplaşmak bir tür sosyolojik zorunluluktur belki de.
Bir tarafta, sosyolojinin baskı gücünü resmi ideolojiye dönüştürüp bireyleri istediği gibi biçimlendirmek ya da kontrol altında tutup istenmeyen bir yöne sapmasını engellemek isteyenlerle diğer tarafta kendisine biçilen role asla boyun eğmeyen ve sürekli olarak yapıyı değiştirme gücü ve enerjisiyle yenilenerek toplumsal duvarları zorlayan kesimlerin adı konmamış hesaplaşmasından doğan enerji, siyasetimizin de asıl belirleyici dinamiğidir.
Tam bu noktada ‘karizma’ meselesi ortaya çıkar. Karizma, toplumsal baskıya karşı koyan ve alışılagelen dünyayı değiştirmek isteyen isyankar bir enerjinin kişilerde vücut bulmuş halidir. Yerleşik düzeni değiştirmek için bazen suyu yukarı doğru akıtmak gereklidir ve karizma, tam anlamıyla suyu yukarı doğru akıtma imkanı veren şeydir. Kontrol edilmesi ve yoldan çıkmadan varlığını sürdürmesi de aynı oranda zor ve kritiktir.
Karizma, resmi tanımlamalara, tarihsel dayatmalara ve ideolojik şekillendirmelere tam bir başkaldırıdır. Zaman içerisinde toplumda birikmiş olan karşı çıkma ve isyan enerjisi insanüstü (doğaüstü olana çok benzeyen!) bir güce dönüşür ve sonrasında kaynağı belli olmayan bir güç kaynağı olarak yine insanlar aracılığıyla kendini bu dünyada gösterir.
Karizma, sosyolojinin oldukça eski ve de “modası geçmiş” bir konusu olmasına rağmen çatışmacı toplumlarda değerini hiç yitirmez çünkü buralarda sorunlar, rasyonel ve yasal yollardan çözülemez. Bunu için gelenekler de yetmez. Baskı ve karşı koyma, dayatma ve başkaldırı, ezme ve ezilme temel belirleyici güç olduğundan, zayıf konumda olan taraf, karizmatik liderlere mecburdur. Çatışmanın sertliği onun gücünün de şiddetini belirler.
Bütün bunlara bağlı olarak iki ileri bir geri gidiş gelişler kaçınılmazdır. Düşmanlaştırma, kaçınılmazdır. Vatan haini olmak, kolaydır. ya sev ya terket türünden ikili karşıtlıklar gündelik hayatın en sıradan tercihlerinde bile kendini gösterir. Karizmayı var eden gücün kaynağı her şeyin üzerindedir. Hukuka vurulmaz, doğası gereği kural tanımaz ve kontrol edilemez bir niteliktedir. O nedenle, Peter Berger’in harika kitabı Sosyolojiye Çağrı’da belirttiği gibi karizmayı daha önce olan bitenden ve içinden çıktığı sosyal bağlamdan bağımsız meydana gelen mucizevi bir şey olarak anlamamak gerekir; “tarihte hiçbir şey geçmişle bağlantısız gerçekleşmez.”
Ve tam da bu nedenle karizmatik hareketin içindeki sıra dışı tutku nadiren bir kuşaktan daha uzun süre canlı kalabilir. Karizma kaçınılmaz bir biçimde rutinleşir ve gücünü yitirerek yeni düzenin içinde sıradanlaşır. Garip bir paradoks olarak karizmatik enerji, geçici bir süreliğine ortaya çıktıktan sonra sıradanlaşarak misyonunu tamamlar ve kendi kendisini yok eder. Berger’in dediği gibi, “Peygamberleri papalar takip eder; devrimcileri idareciler.”
Yine Berger’den devamla söylersek,
“İsyan ateşinin sönmeye başladığı noktada ekonomik çıkarlar ve siyasi amaçlar meydana çıkar. Eski alışkanlıklar kendini yeniden gösterir ve karizmatik devrimle kurulan düzen, çok büyük bir şiddete dayalı olarak alaşağı edilen rejimle (ancien regime) can sıkıcı benzerlikler kazanmaya başlar. Kişinin sahip olduğu değerlere bağlı olarak bu gerçek, üzüntüyle de memnuniyetle de karşılanabilir.” (s.157)
Şunu da belirtmek gerekir ki, “Eskinin örüntülerinin çoğu karizmanın ‘rutinleşmesi’ esnasında yeniden ortaya çıkabilse de dünya artık hiçbir şekilde eskisi gibi olmaz. Her ne kadar yaşananlar, devrimcilerin bekledikleri veya umduklarından daha düşük kalmışsa da yine de belli bir değişim yaşanmıştır.” (s.158).
“İşsiz sosyolog” meselesine dönecek olursak. Bir kere karizma bu arkadaşların zannettiği kadar yüceltilecek bir özellik olmayıp, geçici ve arızidir. Yüce olan, onun temsil ettiği haksızlıklara boyun eğmeme, baskıya karşı koyma ve bir tür haysiyet isyanıyla yerleşik düzeni değiştirme enerjisidir. Karizma, bu enerjiyi genellikle mutlu sona taşıyamaya yetmez. Buna yetmediği gibi kurumsallaşmayı engelleyici de olduğundan peşinden gelen dönem keyfilikleri tersine çeviriken dayanak alacağı güçlü kurumlar bulamaz ve bu nedele belirli bir süre kaotik bir sarsılma başlar. İkinci olarak, bu konuyu onun geçiciliğini uzatmak adına çalışıp gündemde tutmak isteyenler, Berger’in yukarıda bahsettiği ve eski rejimle can sıkıcı benzerlikler göstermesi karşısında “kişinin sahip olduğu değerlere bağlı olarak üzüntü ya da memnuniyetle karşılayabilir” dediği kişiler, yani “idareciler”dir.
Ne var ki her koşulda işsizdirler. Çünkü karizma sosyolog için daha çok açıklanamayanı temsil eder. Olan biteni açıklayamadığınızda her daim başvurabileceğiniz kolay ve de “karizmatik” bir kavramdır. Bu sayede hem durumu idare eder hem de sosyolog gibi davranıp “idareci” gibi yaşayabilecek bir imkan elde edersiniz. Siyaseti çatışma üzerine kurarken karizma üzerinden var olan gerilimleri açıklanamaz hale getirir, kendi adınıza ne kadar yanlış varsa sorgulanamaz kılabilirsiniz.
Oysa bugün ihtiyacımız olan ve sosyologların çalışması gereken şey, karizmanın tam tersidir. Olan biteni açık ve berrak bir şekilde açıklayabilen sosyologlara ihtiyaç vardır. Ana mesele, çatışmalarla daha fazla ilerleyemez hale gelmiş bir toplumun nasıl olup da Durkheim’dan ve Weber’den aynı anda faydalanabileceğine cevap vermek olmalıdır. Uzlaşmazlıkları çatışmalara dönüştürüp “resmi sosyologçuluk” oynamak yerine devletin alanından biraz uzaklaşıp toplumun içinden konuşmak ve yapıyı ayakta tutan şeyin tam da bu çatışmaya dönüşmeyen, “uzlaşmaz farklılıklar” olduğunu anlamaya çalışmak olmalıdır.
Belki de sıradan sorunlara sıradışı cevaplar aramayı bırakıp olan biteni herkes gibi görmeye çalışmalıdır. Bu kişiler hızla rutinleştiklerini bilmeli ve bu andan itibaren suyu tersine akıtmanın maliyetinin salt karizmayla karşılanamayacağı gerçeğini de açıkça topluma söyleyebilmelidir.
Değilse, bütün idareci yeteneklerine rağmen işsiz kalmaya devam edecek ve “sosyolojiyi zehirlemek”, “sosyoloji kayması” ya da “sosyolojik fay hatları” gibi içi boş (karizmatik mi deseydim!) laflarla ömür tüketmeye devam edecekler demektir. Sevindirici olansa, Peter Berger’in kitabı çok satmaya devam edecektir!