Ana SayfaYazarlarStadyum da sadece gürültü ve statü değil, mimaridir.

Stadyum da sadece gürültü ve statü değil, mimaridir.

 

Futbol programlarının adetidir; söz stadyumdan açıldı mı, tribün kesitiyle başlanır. Sanki belirleyici olan çıkan toplu ses fazlasının yukarıdaki açıklıktan kaçırmayıp akustik çevrime sokacak kesit optimumunun yakalanmasıymış gibi.

Mimarlıktan beklenecek şey ve yüzyıllardır biriktirdiği becerisi bundan ibaret olsa adına mimarlık değil, akustik mühendisliği gibi şeyler söylenirdi… Öyle olmayacağı aşikâr da peki ne?

1-Önce inşaat                                                         

Malum Latince adı Architect mimarın. Duvara taşıyıcılığını zedelemeden kapı pencere boşluğu açmanın en güvenli ve eski yolu kemer[Arch]’dan türeme bir sözcük. Kemeri 3. boyuta taşıyıp uzatınca tonoz olup, duvar gibi satıh değil, hacim taşır hale geliyor.

2-Sonra değil, evvela hayat                                    

Ortaçağ Akdenizi’nin öteki dili Arapçadan gelme Mimar sözcüğü ise imar sözcüğünden türemekle faaliyetin doğasındaki yapım tekniğine indirgenemeyecek iyi ve güzel yaşama kapı aralamış olmak bakımından daha kapsamlı ve kuşatıcılığıyla yerinde bir adlandırma. Gövdemiz, zihnimiz ve duyularımızla yaşamımızla yerli-yerindelik içinde olmalı demek ki binalarımız, yollarımız, parklarımız; kısaca şehirlerimiz.

3-İnşaat hayat içindir                                              

Teker teker hatta kabileler halinde yaşamayıp kalabalıklar halinde şehirlerde, yetmedi, metropollerde yaşıyoruz. Çok da yeni değil Akdeniz’i, doğası, ticareti, kültürüyle bütünlüklü bir yaşam çevresine dönüştürüp binyıllar sürecek bir kültür coğrafyasına da dönüştüren Roma ile aşılmış pek çok eşik gibi kalabalık eşikleri de yine Roma’da aşıldı. Helen tiyatroları Efes ve Bergama gibi en irilerinde dahi Roma şemsiyesinin hipodrom formatını aşmayan ölçülerdeydi.

Hipodrom ve tiyatro Roma kentinde çoktu ama, içlerinden biri olan Colosseum devasa ölçüleriyle diğerlerinden farklılaşıyordu. Ölçülerinin iriliğinden beklenmeyecek şekilde, yanı sıra, dairesel mükemmel formuyla basamaklı tiyatro inşaatı geleneğinin işlevsel ve statik prensiplerinin özeti gibiydi.

Yanlış da anlaşılmamalı… Kemeri tonozu küçümsemek kimin haddine, hala dev bir stadyum olarak Roma’nın orta yerinde duran Colosseum’u mümkün kılmış bu iki kadim inşaat alışkanlığıydı. Tabii ki onları kullanmasını bilen, aklını onlar aracılığıyla kullanabilen inşaatçıların eliyle zihnine düşünce…

O kalabalığı topladıktan sonra zorluk onları oturtmakta değil. Bir merdiven kesiti usulünce dönünce oturacak yerler yapılmış oluyor. Asıl mesele kalabalığın hareketinde ki, bu da tıkanmayan bir akışkanlık demek. En başından keşfetmişler. Prensip hala aynı: En arkada ve ortalarda tüm yapıyı kuşatan yatay sirkülasyon tünelleri yapıp belli aralıklarla onları dikine bağlayan merdivenlerle bağlayınca; o sirkülasyon bantları altı-üstü tribün olur. Tribün altı, merdiven arası kuytular da locaların yeri oluyor.

5-Hayat binada değil şehirde geçer                        

İçinde kaza belasız dolaşıp tribünlere oturmakla iş bitmez. Etrafındaki herşeyden büyük kütlenin yerine yerleşmesi her seferinde yerine göre yeniden düşünülecek başlı başına bir sorundur. Roma, erken İstanbul Constantinopolis gibi baştan tek seferde planlanmış olmadığından o en büyük hacim tepelerinden biri içine/ardına da saklanmış değildi.

Roma maketinde çevreden kopuk anıt!

6-Dolmabahçe’nin şansı                                         

Asıl konumuz Dolmabahçe'nin farkı tenha bir yeşil vadiyle birlikte tasarlanması olmuş. Öyle olunca yakın çevresini de kütlesiyle şekillendirmiş. O kadar ki aralarına gömüleceği iki istinat duvarı kenarı yolları 20. Yüzyılda Prost planıyla planlanıp İstanbul’un iş ve sosyal hayat merkezi olacak Beyoğlu yakasının hala en özenli kentsel tasarım örneği olmaya devam eden iki yokuş caddesi Gümüşsuyu ve Bayıldım caddeleridir. Biri yeni merkezin yeni odağı Taksim’i, öteki devlet elitini yeni sarayın yörüngesine çeken taze iskan bölgesi Teşvikiye’yi Boğaz kenarı arterine bağlayan bu iki kıvrımlı cadde, topoğrafik zorluklarına rağmen yolları, kaldırımları, refüjleri ve sınırladıkları yeşil bantla temaslarıyla sonraki yarım yüzyıl boyunca tekrarlanamayacak bir disiplinle yapılıp korunabilmişlerdir.

7-Mimarlığın hassasiyeti                      

Yapı dergisi 60’ların Ali Sami Yen’ine kadar İstanbul’un yegane stadı Dolmabahçe’nin yerine yapılan BJK-Vodafon(BJK-V)’un Bünyamin Derman liderliğinde yapılan mimari projesini Kasım’da yayınladı. Derman burada birikmiş yarım yüzyıllık sosyal hafızayı tasarımın öncelikli parametresi yaptığını dile getirmiş. Stadı görmüş değilim ama 2015 baharında yayınladığım stadlarımızın mimarisini konu alan yazıda bu hassasiyetin kokusunu projeyi de görmeden aldığımı dile getirmiştim:

https://serbestiyet.com/yazarlar/ihsan-bilgin/stadlarimiz-131430

 

Deniz tarafı alçak açık tribünün sırtını oluşturan mevcut eğrisel taş duvarın kendisini başlatıp bitiren prizmatik kulelerle birlikte ihtimamla tutulduğunu görmek ilk işareti olmuştu dile gelen hassasiyetin. Bünyamin’i tanır severim, hangi takımı tuttuğunu bilmem. Kuleleriyle bu Leon Krier’e taş çıkaracak taş duvarı BJK müzesine dönüştürdüğü için değil, hassasiyetinin derecesi ortalama mimar yatkınlığından öteye geçtiği için Beşiktaşlı olabileceğine hükmettim. Çünkü tutkusuzluğu nesnellikle karıştıran meslektaşlarımın aksine, empatinin tasarım kadar tasarımı anlamada da başlıca meziyetlerden olduğunu düşünürüm.

Şart değilse de futbolu ve Beşiktaş’ı hiç değilse sevmenin o bahsettiği sosyal hafızaya değmekte kolaylaştırıcı olacağı aşikâr değil mi? Girişte-çıkışta saat kulesi altında arkadaşla buluşmamış, o istinat duvarlarıyla stad duvarı arasında kokoreç yiyerek kuyruk beklememiş, Halit Kıvanç, Orhan Ayhan, Necati Karakaya’nın sesinden takımının deniz tarafına mı, gazhane tarafına mı hücum ettiğini evinde radyoda işitip hayal kurmamış, maç sonrası Taksim veya Teşvikiye’ye yürümekle rıhtımdan motorla tahliye olma seçeneklerini değerlendirmemişle, yaşamış hiç bir olur mu? Tabii Beşiktaşlı olmanın iki adım ötedeki çarşının kartal heykeli çevresindeki kahveleriyle, duvar fotoğraflarıyla korsan Beşiktaş müzesi balık pazarı meyhanelerine ulaşıvermek gibi avantajları da vardı. Ayrıca herkes kendi stadını yapınca Beşiktaş’ın payına burası düştüğünden aktüel hatıraları da daha çok olmalı.

Her ne kadar orijinali küfeki taşıyla restore edilmiş o taş duvar ve mesela saat kulesi bütün bu hatıraları paratoner misali çeken başlıca inşai unsurlar olsa da, koruma son kertede sembolik ve zihinsel dünyaya değil, maddi ve teknik dünyaya ait bir bileşendir.

Dolayısıyla bu konularda ne kadar hoyrat olunabildiğini hatırda tutarak stad zemininin Gümüşsuyu ve Bayıldım yokuşları istinat duvarları arasında tutulmasındaki hassasiyeti kaydedip takdir etmeliyiz. Aynı yazıda Projeyi Şinasi Şahingiray ve Fazıl Aysu ortaklığıyla tasarlayan Paolo Vietti Violi tasarımının o istinat duvarlarına bakan kapalı tribün duvarlarını sonra erken Postmodern’e de ilham kaynağı olacak zamanın tutucu Stutttgart okulu başyapıtı ve yumuşak Klasisizm ustalığı örneği Bonatz’ın Stutttgart garı aşinalığıyla inşa ederek vadinin doğal eğimiyle anıt ölçeği arasında bir kent mimarlığı arayüzü oluşturmuştu ki, yeni proje stadı kuşatan sırt duvarında çepeçevre bu arayüzün anıtsal kent arkadı analojisine sadık kalmakla o hatıraları kişisel ve futbolla sınırlı olmaktan çıkarıp kentsel hafızaya dönüştürmüş oluyor. Ne de olsa o hatıra maça gidenlerle sınırlı deği; yarım yüzyıl boyunca o kent dönemecinden her geçen gördü o anıtın hiç değilse dış duvarlarını… Mimarın bu hassasiyetine destek bir şansı daha oldu projenin: Gümüşsuyu cephesine bitişik, denize kavuşan tünel çıkışı kavşağının, yüz yıllık İstanbul projelerinin en kayda değeri ve ilginç sürprizi Şişhane kavşağı istisnasıyla belediyenin bu işlerdeki ortalama özeniyle kıyaslanmayacak bir hassasiyetle yapılmış olması BJK-V anıtı konturlarının disiplini dolayısıyla bahsedilen hafızayla barışıklığı pekiştirmişti.

Sırf ölçüleri de değil; söz konusu olan onbinleri toplayan bir anıt olup bir de nüfusun milyonlara tırmandığı bir yarım yüzyıl yegane stad olarak kalınca kalp mecazıyla anılabilir bir kentsel işlevden bahseder hale geliyoruz. Haftada bir-iki nabız temposuyla o emme-basma tulumbasına çekilip sonra geri püskürtülüyor. Benim hala maça gittiğim 1970’lerde bu sistem çalışıyordu da şimdi niye çalışmıyor? Hayır,seyirci kapasitesi de artmamış. Resmen 42bin denirdi. Derman’ın ifadesiyle takriben aynı. Peki ne oldu da yenilenme ertesi maç günleri İstanbul cehenneme dönüyor.

8-Metropolde yerden ziyade bağlamı değişir

Roma, metropole, İstanbul Constantinopel’a benzemez. Onlar da değişiyordu da bu hızla değil, zaten bu kadar büyük ve kalabalık da değildiler.

https://www.serbestiyet.com/yazarlar/ihsan-bilgin/macka-vadisi-758828

İstanbul, Maçka vadisi yazımda ayrıntılı yazdığım gibi ancak Prost planıyla yani Dolmabahçe stadı yapılırken iki yakası bir arada işleyen bir şehirdi.

Planın düğüm noktası Maçka vadisi iki yakayı bi raraya getiren başlıca odak noktasıydı. Metrobüsü işlevsel ve kullanışlı kılmasından da belli olduğu gibi Boğaz köprüsü üçüncü yakayı da bir arada çalışır hale getirdi. Bir arada çalışmak her türlü etkinin yayılması demektir. Yıldız’daki duraklamanın etkisi Levent’ten Söğütlüçeşme’ye sıçramakla kalmaz hızlanır da. Artık navigatörler sayesinde ufkumuz arabamızdan görünenle sınırlı değil, etrafımızdaki sıkışıklığın zincirleme reaksiyonunun uzaktakilerle bağını kuşbakışı kurabiliyoruz.

Önündeki projeyle uğraşan bir mimarın bu gerçekle başetmesi mümkün değil, son yarım yüzyılın rakipsiz tek adam liderleri, Demirel, Özal ve Erdoğan siyasi güçlerini birer köprüyle damgalamayı tercih edince İstanbul’un merkezi iyice genişleyip, Metrobüs çemberinin içi, stad yapıldığındaki makroformun tamamı haline geldi. Yani stad yapıldığında Bostancı/Bakırköy’den maça gelen biri şehrin çeperinden merkeze gelmiş olurdu. Şehir o kadar büyüdü ve merkezin iç bağlantıları da o kadar yoğunlaştı ki, o eski düğümdeki bir maç şehri cehenneme çevirebilir hale geldi.

9-Teknik, çözdüğü kadar sorun da yaratır                        

1970’lere kadar tribün üzerini kapatmanın yolu betonarme idi. “Stadlarımız” yazımda İstanbul-olimpiyatın beton estetiğine değinmiştim. Beton her ne kadar “betonlaşma” vurgusuyla olumsuz kanaat başlangıcı bir içerik edindiyse de sıva ve asfaltla birlikte kentlerin hakim görüntüsünü belirlediğinden iyisi-kötüsüyle göz alışkanlığımız dahilinde bir malzemedir. Metropolün kozmopolit karmaşasında yitip gider. 70 başı Münih Olimpiyat stadıyla büyük açıklıklar geçen örtüleri hafifletmek mümkün hale geldi. Çelik katkılı teflon malzemeyi germek zahmetli kalıp işlerinden kolay ve ucuz olduğundan hızla endüstrileşti. Yeni BJK-V çatısı da ondan mamul. Dolmabahçe’de vakit geçirmiş bir akranım, Gümüşsuyu’ndan inerken görüp naylon torbaya benzettiğini söyledi. Hak verdim. Göz yeşil içinde kentin tozuna karışmasına alıştığı kimyayı arıyor hakikaten de.

Bir türlü benimseyemediğim çatıyı “5.cephe” adlandırmasını Derman benimsemiş olsa da ben kendi adıma kentleşme kadar sanayileşme gerçeğiyle de başa çıkamayacak mimar hikayesine daha yatkınım. Derman’ın imâsı Bayern’in yeni stadındaki ışık gösterisi imkanlarıysa ona da tepkim içinde ışık yanan naylon torbadan öteye geçmez. Kimin bayrağı olduğu kadar gökkuşağı temsili de ilgilendirmezdi bizi. Mesele temsilde değil, kenti cansız lunapark dekoru olarak görmeyi tercih edip etmemekte.

O kadar da sübjektif değil, ben şöyle kurdum denklemi: Vadiye gömülmenin avantajından söz etmiştim, bu da dezavantajı. Kime olursa olsun yukarıdan bakışı mümkün kılmakla üstten de olsa tercih edilmeyen bir görüntüyü de sokuyor göze.

Başka bir mimar olmayan tanıdık da vadiden geçerken BJK-V’nin koskoca kütlesine rağmen onyıllar sonra hala yerine oturmamış Swiss-Otel zevksizliğini iyice görünür kıldığını söylemekle lafı ağzımdan almış oldu. Zaten benim de Derman’ın Beşiktaşlılığına yorduğum empati kapasitesiyle yapılabilecek olan da daha fazlası değil. Anıtlar jargonuna bürünüp siluetten falan bahsetmeye gerek yok. Yerli yerine yerleşmiş işte! Daha ne? Yokuşları inerken eski beton çatıların hayalini kurmak da bizim keyfimiz.

Gerisi de mimarinin değil tüketim ve konforun işi.

10-Profesyonel seyirci                        

Radikal-spor sayfası entelektüel yazarlarını bile bölen profesyonellik eşiğine gelince: Benim Tanıl Bora’yla aynı safta futbolun otantik döküntülüğünden yanalığım; Federasyon başkanı dostum Bıçakçı, gençliğimizde Amsterdam’ın eski Saraçoğlu paraleli antrenman sahasında korner atan Rep’e dokunma mesafesinden, saha kenarından, izlediğimiz Ajax’ın Fiorentina maçına götürdüğünde locanın lokantasındaki beyaz örtülü yerimize yerleşirken “Böyle maç mı seyredilir?” diye homurdandığımda tescillenmişti. Ama ne saklayayım BJK-V sitesinde görsel avlarken oturma odası dekorlu mütevazi locayı görünce içim gitmedi de değil. Yemek odası dekorlu daha büyük ve konforluları da eksik değil, Hallice bir işinsanı belli ki Beşiktaşlı dostlarına yemek davetini lokantada değil bu salle a manger’de verecek. Ya da Beşiktaşlılardan seçilmiş üyeleriyle yönetim toplantısını maç eşliğinde yapabilecek. Ne Beşiktaş’lıyım ne de bütçem locaya yeter. Ama eskiden savcı amcama takıldığımda girebildiğim şeref tribünü alt bandı 1903’ tribününün +I-pad’li deri koltukarıyla, prizli bar masalı yerlerinde aklım kalmadı değil. Takım değiştirecek halim yok da Zico devri Avrupa performanslı takım eşliğiyle Saraçoğlu yakınında otursam böyle bir 1907’ye heveslenebilirdim.

11- Son                                     

Karşımızdaki yenilenmiş anıt, futbolu ve mimariyi skor hedefli gürültüye indirgeyip seyir bahaneli tüketim statüsü sıçramalarını bir kez daha evetlemekle yetinmeyip mimarlık ve kent üzerine düşünmeye teşvik de ediyor.

Ama unutulmamalı ki, ne kent ne de mimarlık, plancılarla mimarların malıdır! Benimki bir başlangıç uyarısı olabilir sadece… AKM’den camilere ve AVM’lere yaşam çevresi eylemle de söylemle de benimseyip sahiplenenindir.

 

- Advertisment -