Ana SayfaYazarlarSuçlanma korkusu

Suçlanma korkusu

 

Suç sosyolojisinde çokça ele alınan konulardan biri, ‘suç korkusu’dur. İnsanlar, modern şehir hayatının karmaşıklığıyla tahmin edilebilirlik ya da öngörülebilirlik arasında gündelik hayatlarını yaşarken her an oluşturdukları uyumun bozularak kendilerine, yakınlarına ya da sahip olduklarına saldırı olabileceği ihtimalini de hep akıllarında tutarlar.

 

Toplum burada, hem aşina olunan ve her gün tekrarlanan alışkanlıklarla bilinebilir kılınmış hem de her an her şeyi barındıran bir öngörülemezlikle güvensizlik kaynağı oluşturan bir yaşamı içerir. Başımıza gelecekleri bildiğimizi düşünür ama beklenmeyene de hazırlıklı olmaya çalışarak yaşarız.

 

Suç korkusu bu uyumun sağlanmasında işlevsel ve hatta denebilir ki olmazsa olmazdır. Aksi takdirde, yalnızca beklenmeyene hazırlıksız olmakla kalmaz gündelik rutinimizi de tedirginliğe boğabiliriz. 

 

Yokmuş gibi yapıp sürekli bir tedirginlik içinde yaşamaktansa daha basitçe, suça maruz kalmaktan korkarız –korkmamız gerektiğini biliriz. Suç, tabiat-süstü güçlerden, devletlerden ya da doğal afetlerden kaynaklanan güvensizliklerden farklı olarak ‘bilinebilir yabancılardan’ -yani karşılaşma ihtimalimiz olan, az çok nasıl insanlar olduğunu bilebileceğimiz ama çoğu kez birebir bir ilişkide olmadığımız kişilerden-  kendimize yönelik hissettiğimiz bir tehdittir.

 

Birebir ilişkide olduğumuz kişiler de suç işleyebilir elbette ama bu tam olarak toplumdaki suç korkusunu oluşturan şey değildir. Kişinin tanımadığı –ama temasta olduğu- insanları ‘yabancılama’ hissi ne kadar yoğun ve yüksekse bu korku da o oranda artar. (Ülkedeki Suriye’yelilerin suça karışma oranı çok yüksek olmasa da bu insanların varlığı yabancılama oranını artıran bir etki yaptığından dolaylı olarak suç korkusunu arttırıcıdır mesela.)

 

Modern şehir hayatının yaşandığı her yerde suça maruz kalmaktan korkulur ama bunun oranı, bireyle toplum arasında ve sivil alanla devlet iktidarı arasındaki ilişkinin nasıl olduğuna bağlı olarak değişkenlik gösterir. Genellikle, tek taraflı, yukarıdan aşağıya, toplumsal beklenti ve talepleri, endişeleri kaale almayan bir tarzın baskın olduğu yerlerde güvensizlikler ve korkular artar. İnsanlar, artan endişelerini ya baskılar ya da bireysel çözümler ve küçük grup dayanaşmalarıyla bunun üstesinden gelmeye çalışırlar.

 

Bir başka önemli mesele olarak yönetimler otoriteleştikçe ve devlet iktidarıyla toplum arasındaki ilişki büsbütün tek taraflı ve buyurgan bir biçime büründükçe suç korkusunun yanı sıra –ve hatta ondan daha fazla- bir ‘polis korkusu’nun ortaya çıkmasıdır. Burada güveni tesis etmesi beklenen kurumlar, bütün heybetiyle var gibi gözükmekle birlikte bir tedirginlik kaynağına dönüşmüş, suç korkusunu azaltan bir etken olmaktan çok onu büyüten bir belirsizliğin oluşmasına dönük işler hale gelmiştir.

 

Kurumların demokratik işleyişe sahip olmadığı yerlerde polis korkusu her zaman vardır çünkü demokratik işleyişin en önemli etkisi keyfiliği ortadan kaldırmasıdır. Ya da tersinden bir deyişle, otoriter yönetimlerin en belirgin farkı keyfi oluşlarıdır. Ancak bunu açıktan ve pervasızca yapabildiklerinde otoriter olurlar. İkisine de uymayan bir başka yönetim biçimi olan polis devleti, keyfiliğin hukukun içine yedirilerek hayata geçirildiği bir siyasal polis devletidir.

 

Zannedilenin aksine keyfiliği engelleyen şey, hukukun üstünlüğünden önce demokratik bir işleyişin egemen kılındığı bir düzene bağlı hukukun işlerliğidir. Bu yoksa, hukukun üstün bir konumda olması, yaşanan keyfilikleri ortadan kaldırmakta yetersiz kalacağı gibi -tersten bir işleyişle- polis korkusunun yasalar eliyle güvenceli kılınmasına bile sebep olabilir.

 

Kısacası, iyi işleyen demokratik kurumların olduğu yerlerde polis korkusu yerine yasaların tavizsizliğinden gelen belirli bir kısıtlanmışlık hissi vardır – hepsi o kadar. Polis de zaten bu kısıtlanmışlığın ve dışına çıkılması halinde yaptırımların başladığı alanın sınırlarını simgelediği için bir gerginlik kaynağıdır. İnsanlara ne yapmaması gerektiğini hatırlatır.

 

Polis korkusunun olduğu yerlerde polis, siyasal bir ajana dönüşerek ne yapılmaması gerektiğini hatırlatan olmaktan çıkarak ne yapılması gerektiğini söyleyen ve bunu gündelik işleyiş içerisinde hukuku işleterek hayata geçiren bir aktöre dönüşür ki demokratik bir toplumun belki de en büyük düşmanı, keyfiliğin hukuka dönüşmesidir. İşte bunun ileri boyuta ulaşmış halinin adıdır, polis devleti.

 

Bu, üstünlerin hukukundan çok daha yıkıcı ve öldürücüdür çünkü burada kaybeden çoğunlukla toplumun ‘keyfi yerinde olmayan’ yani en zayıf tabakasındakilerdir. Daha açık bir ifadeyle, keyfi yönetimlerin olduğu yerlerde iktidarlar keyfi uygulamalarını popülist bir çoğunluk adına yaptıklarını ileri sürseler de -çelişkili bir şekilde- daha çok yine bu grubun zarar görmesine ve mağdur olmasına yol açarlar. Bu kesimlerde zaten düşük olan güven duygusunu bütünle yıkarak yerine tam bir öngörülemezliği koyarken varolan suç korkusunu polis korkusuna dönüştüren bir etki yaparlar.

 

Şimdilerde yaşadığımız dönem bu korkulara bir yenisini daha ekledi: suçlanma korkusu. (Anlaşılmaz bir biçimde, dünyanın oldukça gerisinde olduğumuz kriminoloji alanına hiç de fena bir katkı değil hani!).

 

Suçlanma korkusu, ne suç korkusuna ne de polis korkusuna benziyor. Burada sadece hayatın uyumunun bozulması ya da keyfi bir kötü uygulamaya maruz kalınmasından ibaret olmayan, çok daha derin bir tedirginlik durumu söz konusu.

 

Suç korkusunun büsbütün yer değiştirip tersine döndüğü bir durum aynı zamanda. Suça maruz kalmadan çok suç işleyen olmaktan duyulan korku. (Her şeyin tersine döndüğü bir dünyayı daha iyi ne özetleyebilir!)

 

Normal zamanlarda, her demokratik hukuk devletinde insanlar yaptıkları birşeyin suç olup olmadığını bilirler. Ceza yasasını hayatlarında hiç okumamış olsalar dahi bilirler. (Biraz da bu yüzden kanunu bilmemek mazeret değildir).

 

Kişi eğer yapıp ettiği birşeyin suç oluşturup oluşturmadığını bilemiyorsa hukukun yerle bir olmasından önce, demokratik siyasal toplumun sonu gelmiş demektir. Çünkü, siyasal toplumun üyelerini birbirine bağlayan güven duygusu ve birlikte yaşamayı mümkün kılan koruma ortadan kalkmıştır.

 

İnsanlar burada ya ‘polis’ ya da ‘suçlu’durlar artık. Herkes eşit derecede mağdur ve eşit derecede fail olmuştur. Herkes birbirinin suçlayıcısına dönüşmüş, masumiyet karinesi tersine dönmüştür. Masumiyet karinesiyle birlikte masumiyetin kendisi de yok olur ve buradan sadece, kimsenin kimseden emin olamadığı, gücün kural haline geldiği ve herkesin herkes için tehdit teşkil ettiği kötücül bir toplum doğabilir.  

 

Bu tür yerlerde sokaklar ve kamusal alan katı bir güvenlik çemberine alınsa ve suç korkusu asgari seviyeye indirilse de bireysel korku hiç olmadığı kadar artmış, güvensizlik sokaklardan evlerin içine çekilmiştir. Her an olmadık bir kapı zili beklenir. Adam Michnick’in ifadesiyle, ‘Demokrasilerde sokaklar karanlık çöktükten sonra güvenli olmayabilir ama sabahın ilk saatlerinde kapınızı çalacak olan, çok büyük ihtimalle sütçüdür’. 

 

Çoğu kez alınan aşırı güvenlik önlemleri, giderilemeyen bireysel güvensizliklerin sokağa çıkmasının engellenmesinden ibarettir. Keyfilik algısı, hukuk düzenini otamatik olarak baskıya dönüştürücüdür. Bu yaşandığında, yasaların yaptırımları, toplum adına ya da düzen sağlayıcı ve adaletsizliklikleri giderici olmaktan çıkarak siyasal baskının yazılı hale gelmesine sebep olur. Bireylerarası ilişkiler yüzeyselleşir ve yabancılama hissi, hiç olmadığı kadar artar. İşleyip işlemediğini bilmediği bir suçtan dolayı suçlanacakmış hissi son tahlilde kişinin kendisine de yabancılaşmasıyla ve bireyselliğin yitimiyle sonuçlanır. Ki bu hal, demokratik siyasal öznenin ölümü demektir. Tam da bu yüzden demokrasiler, ‘ne pahasına olursa olsun’ rejimleri değildir.   

 

İşte, Kafka’nın Dava’sı bütün bunları anlattığı, kendini kolayca açık etmeyen, gizemini ve sırlarını çözmeyi bütünüyle okura bıraktığı için kült bir kitaptır.  Kitabın ana karakteri K. bilmediği bir suçtan yargılanır, bir iftiradan söz edilmektedir ama bunu atan ortada yoktur. Yoktur, çünkü herkes yargıç rolüne bürünmüş, bütün bir toplum suçlayana ve toplum da bir mahkemeye dönüşmüştür. Belki de daha çarpıcı olan, K.’nın işlediği suçu onun dışında herkesin biliyor olmasıdır. Bütün toplum bir mahkemeye dönüştüğünde bir şeyin daha konusu olması için belki de hiçbir şekilde suça gerek kalmayacaktır.

 

Özetle suçlanma korkusu, suçu işleyen dışında herkesin bildiği bir suçlamanın, mahkemesi olmayan davasına maruz kalma korkusudur. Ancak herkesin herkese yabancılaşmasıyla ve toplumun topyekün korkularının esiri haline gelmesiyle mümkün olan bu hal sürdürülebilir olmadığı gibi buradan adalete ulaşılacağını zannetmek, insansız bir hukuk üretmek demektir ki mutlak güvenlik ancak böylesi, insansız bir toplumda mümkündür. (Kimbilir, bu yaşandığında insansız hava araçları gibi insansız hukuk mahkemeleri de kurabiliriz belki.)

 

Demokrasiler, masumiyetin ve insanın değerli olduğu yerlerde ortaya çıkar. Ve dahası koca bir tarih boyunca gördük ki insanlar, sabah saatlerinde sadece sütçünün çalacağından emin olduklarında kapılarını özgürlüğe, eşitliğe ve adalete sonuna kadar açarlar.  

 

             

 

 

 

 

 

- Advertisment -