İslamofobi dediğimizde, bunun Batı’daki ve Türkiye’deki karşılığının Sünni İslam olduğunu açık seçik belirtmek gerek. Bunun Batı açısından tarihi nedenleri var. Şii İslamının tarihsel kökleri ve yönetimleri, ehl-i sünnet olan ve Avrupa ile yüzyıllarca hem çatışmış, hem birlikte yaşamış olan Osmanlı devleti kadar güçlü ve büyük bir imparatorluğa dayanmıyor; farklılık yaratan birinci faktör bu. İkincisi, Avrupa’nın İslam algısı Osmanlı’yı (şimdi Türkiye’yi), Mısır’ı, Kuzey Afrika’yı ve Birinci Dünya Savaşı sonrası Mezopotamya ile Arap yarımadasında İngilizlerce oluşturulan devletleri kapsayan bir coğrafyaya dayanıyor. Bu da çoğunlukla Sünni Müslümanların yaşadığı bir coğrafya. Gerçi bu ülkelerde de değişen oranlarda bir Şii nüfus var. Ama asıl İran bu coğrafyanın dışında kalıyor.
Saydığım devletlere Güney Asya’yı boydan boya kat eden Müslüman kuşağını da eklemek gerek. Ancak kıyamet bu alanda değil; bir zamanlar Batı’nın ya sömürgeleri olan veya en azından mandater rejimleri altında bulunan, değerli yeraltı kaynaklarının bulunduğu Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kopuyor. Müslüman nüfusun yaşadığı ülkeler, aynı zamanda Rusya (eski Sovyetler Birliği) ve Çin gibi büyük devletlere karşı dünya egemenliği mücadelesinde ABD ve Avrupa için jeo-politik öneme sahip. Bu denli büyük bir Müslüman nüfusun barındığı topraklarda yeni-sömürgecilerin hâkimiyetinin sürmesi için, önce bu alanların serbest pazarlara açık olması ve buna uygun olarak modernliği benimsemiş, en azından karşı olmayan devletlerce yönetilmesi gerekiyor. İkincisi, bu toplumların geleneksel bütünlüğü ve değerlerinin bozulması, değiştirilmesi gerekiyor.
Bu cümleden olarak, Müslüman toplumların çeşitli müdahalelerle irrite edilmesi ve İslamın aşağılanması gereken, değersiz bir inanç sistemi olduğunun her fırsatta vurgulanması, son yüzyılın en yaygın uygulamaları oldu. Bunlara ilaveten, mezhep farklılıklarının ayrıştırıcı bir faktör olarak kullanılması da Batı’nın başvurduğu yöntemlerden biri. Bu fay hatlarından en önemlisi Şii-Sünni farkı veya ayrılığı. Bu temelde, büyük devletlerin Büyük Ortadoğu Projesi, Şii-Sünni farkı ve ayrılığını çatışmaya dönüştürmeyi ve Müslümanların mezhep temelinde çatışmasına dayalı bir egemenlik alanı yaratmayı hedefliyor.
Bu stratejiler Müslümanların yaşadığı ülkelerin birleşmesine karşı garantiyi de oluşturuyor. Avrupa “Birlik” olabilmek için büyük çaba harcarken Müslümanların yaşadığı ülkelerde kargaşa, savaş, iç savaş ve istikrarsızlığın hüküm sürmesi ve olası bir “İslam Birliği”nin önünün alınması gerekiyor. Bunları yazarken Halil Berktay’ın sorusunu duyar gibiyim: “Peki ya Müslüman ülkeler? Onların bu kargaşada hiç mi payları yok?” Elbette var ve ayrıca Batı’ya da bir kadir-i mutlak olarak bakmamak gerektiğini düşünüyorum. Üstelik Müslüman toplumlarının — en geleneksel olanlarının dahi — ilanihaye aynı kalacağını varsaymak da mümkün değil; önünde sonunda dünyadaki değişmelerden etkilendikleri ve etkileneceklerini biliyoruz.
Ancak benim tartışmam Türkiye’deki “aşırı modernleşmiş”; dolayısıyla laikliği kullanılması gereken bir araç ve/ya devlet yönetimi biçimi olarak görmek yerine bir ideoloji haline getiren (laik) kesimlerle. Onların yapmadığı, yapmak istemediği şey, Müslümanlığın bugünün dünyasındaki ve Müslümanların genel olarak Batı karşısındaki dezavantajlı konumunu anlamak, farkına varmak, tartışmak ve çözüm üretmek. Tıpkı bir zamanlar Kemalist öncüllerinin yaptığı gibi, Müslümanlığın (yani Sünniliğin) ortaçağdan kalma geri bir inanç sistemi olarak düşünce ve tartışma ufkundan silinmesi ve Müslüman dünyanın sorunlarının yok sayılması gerektiğine inanıyorlar. Bu tutumun, — unvanlarından sadece biriyle — hilafet-penâhî (hilafetin koruyucusu) Osmanlı devletinin ortadan kaldırılması sonucu Müslümanların dünyada daha dezavantajlı bir konuma geldiğini gözlerden saklamakla da ilgisi var, “Arapların bir kavim olarak geri” olduğuna inanmakla da, Alevi asabiyetinin Sünniliği kendine düşman görmesinin de… Böylece “İslam tartışma konusu değildir; biz Misakı Milli sınırımızı tüm dünyanın Müslümanlarına kapadık; gözümüzü Garba, muasır medeniyetlere çevirdik” şeklinde özetleyebileceğimiz Kemalist doktrininin lâyıkıyla hakkını vermek de laik kesimlere ve eski Sola düşüyor.
Devam edeceğim.