Ana SayfaYazarlarSünni-Şii çatışması ve IŞİD (2)

Sünni-Şii çatışması ve IŞİD (2)

 

Bir an için olmayana ergi yöntemiyle, Büyük Devletlerin Ortadoğu’da hegemonya mücadelesi vermediği, farklı bir tarih düşünelim. Bu durumda da Ortadoğu’nun, bu kez kendi iç dinamikleriyle belirgin çatışmalar yaşayacağını görmek mümkün. 20. yüzyılda eski tip bir imparatorluk, üstelik bir İslam devleti olarak ayakta kalmaya çalışan Osmanlı’nın, 1923’te olmasa da buna yakın bir tarihte, (tıpkı 1925’te Kemalistlerce kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın savunduğu gibi) tedrici bir şekilde, yani kendi toplumsal iç dinamikleriyle bir değişime uğrayacağını öne sürebiliriz. 

 

Belki bu ahval ve şeraitte halifelik makamı dünya Müslümanlarının ruhani liderliği olarak yerinde durabilirdi. İslam dünyasında büyük sorunların baş gösterdiği “bugün” farklı yaşanabilirdi. Osmanlı’dan kalma hilafetin ruhani liderliğiyle barışçıl çözümler üretilebilirdi; belki hilafet bütün Müslüman ülkelerin temsil edildiği barışçıl bir konseye dönüşebilirdi ve sorunlar bu denli yakıcı, yıkıcı yaşanmayabilirdi.  Belki Şii ve Sünni İslamı barış içinde bir arada yaşamayı sürdürebilirdi…

 

Belki (İngiltere örneği) hanedanın temsilî, yani sembolik olarak kalması mümkündü…

 

Ama milliyetçilikler ve kapitalizm çağında Osmanlı’yı oluşturan, bırakalım Hıristiyan unsurları; Araplar, Arnavutlar ve Kürtler gibi Müslüman unsurların dahi milliyetçiliğiyle baş edemeyecek, 20. yüzyılın gereklerine hemen uyarlanamayacak bir yapıydı Osmanlı devleti. Birinci Meclis-i Mebusan’ın  (1877) dört ay sürmesi ve II. Abdülhamid tarafından kapatılmasının nedenlerinden biri buydu.  II. Abdülhamid, devrin aydınlarınca “istibdat” olarak adlandırılan yönetiminde basın üzerinde ağır sansür uygulayarak; fikir, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne aman tanımayarak devletin varoluşsal sorunlarını ertelemeye çalıştı. Böylece otuz üç yıllık saltanatında imparatorluğun ona yüklediği kutsal emaneti koruma yeminini yerine getirmeye, Memâlik-i Osmanî’yi “bir karış toprak kaybetmeden” sürdürmeye gayret etti. Bugünkü İslami tarihçilerin ve kanaat önderlerinin “Sultan Abdülhamid Han” hayranlığının nedeni de budur.  Ancak burada bir parantez açıp bu bakışın yanlı olduğunu ifade etmeden geçmeyelim. Tarih ülkemizde  ne yazık ki çoğu zaman ideolojiye göre istenen yana çekilebilen yollardan ilerlemekte… Önceki resmi tarihin yerini, bugün ters yönden bir yanlılığa teslim olmuş “İslami tarih” doldurmaya çalışıyor. Bu, başlı başına bir tartışma konusu.  

 

Şimdi yeniden, girişteki hayalî ve gerçekleşmesi mümkün olmayan soyutlamayla meselelere baktığımızda dahi, (1) İslam dünyasının iç meselelerinden, çatışmalı ortamından kurtulmanın pek mümkün olmadığını; (2) milliyetçilik çağında birleşmenin değil ayrışmanın ve rekabetin öne çıktığını görebiliriz.

 

Ancak, sözünü ettiğim varsayım temelinde, bu sorunlar bu denli yakıcı bir şekilde mi yaşanırdı sorusunun yanıtını… tam bilmiyoruz. İyimser bir bakışla dahi, Sünni-Şii ayrımının çatışmaya dönüşme ihtimali vardı.  Arapların birliğini sağlamak ise o denli kolay bir mesele değildi.

 

Her şeye rağmen El Kaide ve IŞİD’in ortaya çıkışı yüz yıllık bir geçmişten türeyen olağanüstü koşulların ürünü; özellikle de şimdi “gerek yoktu” açıklamalarını yapanların 2003 Irak işgalinin son çocuğu.  Irak ordusu başkomutanının Bağdat’tan ayrıldığı günkü sözlerini anımsıyorum. “Şimdi çekiliyoruz ama bu yenildik demek değildir. Çok güçlü bir şekilde geri geleceğiz, göreceksiniz…” mealinde bir konuşmaydı bu. ABD iktidarı Sünni Baas rejiminden birdenbire hep baskı altında kalmış Şiilere verince, IŞİD’e giden süreç de başlamış oldu. IŞİD bu koşullarda ortaya çıktı. Şimdi Irak’ın Sünni aşiretleri kendi devletlerini kurana değin “ninja”lar misali IŞİD’i kullanıyor. IŞİD’in, hilafet kurumunun yüz küsur yıl önce ortadan kaldırılmasını fırsat bilerek halifelik ilân etmesi, dünyadaki maceraperest ve Müslüman olarak aşağılanmış çok sayıda gence cazip geliyor. Bire bir tanık olunan bir hadiseyi burada aktarayım. Paris’in yoksul mahallelerinde ders veren bir arkadaşım, tümünü siyahların oluşturduğu sınıfında,  eğitim bakanlığının genelgesi uyarınca Charlie Hebdo katliamını anmak için öğrencilerini saygı duruşuna davet ediyor. Sınıfta hiç kimse ayağa kalkmıyor. Kendilerini “onlar bizim ölülerimiz için saygı duruşunda bulundular mı?” diye savunuyorlar.

 

Ortadoğu’da barışın mümkün olması, ancak ve ancak ABD’nin ve İngiltere dahil Avrupa’nın büyük devletlerinin buralarda at koşturmaktan vaz geçmesiyle mümkün. Travmaların aşılması için bomba, savaş ve katliam değil, görüşme, uzlaşma ve çatışma çözümü gerek. ABD’nin Irak’ın işgalinde olduğu gibi şimdi de yeni yalanı “bombalamalarla IŞİD’i yok edeceğiz.” Buna artık çocuklar bile gülebilir. Tüm Iraklı Sünnileri mi yok edeceksiniz? Hegemonyacı güçler, savaşı durdurun ve elinizi Ortadoğu’dan çekin. Böyle bir ortamda İsrail ile İran dahi masaya oturabilir. Ortadoğu’da kalıcı barışın teminatı, Kürtlerin devlet kurma talebi dahil, yerel ve bölgesel taleplere duyarlı olmakla başlıyor.  

 

Türkiye ve IŞİD konusunu ise daha etraflı ele almak gerek.

 

- Advertisment -