Aslında “denklem” çok basitti; çok bilinmeyenli karışık bir denklem değil, olsa olsa birinci derecede bilinmeyenli bir matematik sorusuydu. Ancak kimileri ta başından itibaren bu basitliği göremedi ya da görmek istemedi. İşin basitliği şu noktadan anlaşılmaktaydı: Sahadaki oyuncuların yapısı. Kaba bir gözlem, sahada üç takımın yer aldığı şeklindeydi. 1. grup: Başını Esat’ın çektiği devlet ve bu devletin belkemiği niteliğindeki Nusayriler. 2. grup: Azınlık Nusayri devlet aygıtından kurtulmak isteyen Sünni Araplar. 3. grup: Bir statü elde etme mücadelesi veren Kürtler. Bu grupların sayısal desteği (daha doğrusu tabanı) aşağı yukarı şu şekildeydi: Sünniler yüzde 60; Nusayriler-Şiiler yüzde 13; Kürtler yüzde 15. Ayrıca, yüzde 11 kadar da Hıristiyanlar söz konusuydu.
Oyunun Sünniler lehine biteceği yanılgısı
Tabii dışarıdan bakıldığında, oyunun sayısal çoğunluğu teşkil eden Sünniler lehine sonuçlanacağını tahmin etmek güç değildi. Ancak mesele biraz deşildiğinde sayısal tablonun sağlıklı bir analiz için yeterli olamayacağı görülebiliyordu. Evet, devlet aygıtını elinde tutan Nusayriler Sünni güç karşısında pek şanslı değildi. Ama denklemi bozan çok ciddi faktörler vardı. Hıristiyan azınlıklar, Suriye devletinin kuruluşundan bu yana devlet bürokrasisinin önemli bir ayağını oluşturmaktaydı. Hattâ Baas iktidarından önce, daha Suriye’nin Fransa mandasında olduğu dönemde, Kürtler de sisteme bir şekilde monte edilmiş ve ordunun en üst kademesinde yer bulacak şekilde devlet bürokrasisine katılmışlardı. Baas iktidarı 1960’ların ortasından başlayarak Kürtleri tamamen elimine etme yoluna gidince, devlet yönetimi Nusayri ve Hıristiyan azınlıkların eline geçti.
Suriye krizi patlak verdiğinde, meseleye az çok hâkim olanlar şu gerçeği gördü: Devletin imkân ve olanaklarını kullanan Nusayriler ile çoğunluk Sünniler arasındaki mücadelede Kürtler anahtar bir role sahiptir. Kürtler hangi tarafta duracak olsa, diğer taraf (çok olağanüstü şeyler olmadıkça) kaybetmeye mahkûmdu. Bu arada, Hıristiyanların da tüm güçleriyle iktidar tarafında olduğu gerçeği gözardı edilmemelidir.
Esat, Kürtlerin anahtar rolünü gördü
Beşar Esat yönetimi ve akıl hocaları da Kürtlerin anahtar rolünden haberdardı. Nitekim Esat, Kürtlerin Sünni blokla birlikte hareket etmesini engellemek amacıyla çok seri hareket edip, Kürtler ile bir çatışma içine girmeden, Suriye Kürdistanı’nı fiili olarak PYD’ye bıraktı. Buraları PYD’ye terk ederken, bağımsızlıkçı çizgiyi savunan KDP’nin de sahada bir aktör olarak faaliyet göstermesini istemiyordu. Zaten PYD de, mecbur kalmadıkça KDP çizgisinden uzak duracak ve daha önce Erbil ve Duhok’ta yapılan toplantılarda birlikte hareket etme kararı alınmasına rağmen, bu kararlara uymayacaktı.
Suriye’deki Sünni blok, IŞİD ve ÖSO gibi radikal ve ılımlı gruplar şeklinde ikiye ayrılınca, Esat’ın eli daha da güçlenmiş oldu. Kuşkusuz savaşın (veya Suriye üzerindeki mücadelenin) iç boyutu kadar dış boyutu da önemliydi. Bölgesel ve global çaptaki aktörler de, Suriye içindeki mücadeleye, kendilerine yakın buldukları gruplara destek vererek müdahil oldular.
Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, daha krizin ilk dönemlerinden itibaren destek ve tercihlerini Sünni bloktan yana koydular. Bölgesel çaptaki bu aktörlerin global düzeydeki destekçileri, ABD ve Batı dünyasıydı. Ancak karşı blok da boş durmamıştı. İran ve Irak asıl mücadelenin Sünni ve Şiiler arasındaki bölgesel rekabet ve egemenlik yönünde seyrettiğini biliyor ve görüyorlardı. Onlar da derhal Suriye rejiminin arkasında durdu. Tabii bu ikinci bloğun da global çaptaki destekçileri, Rusya ve Çin gibi ülkelerdi.
Başlangıçta işler Sünni blokunun lehine görünüyordu. Bu bloku teşkil edenler o kadar çok kendilerine güveniyorlardı ki, Kürtlerin kayıtsız şartsız kendilerine katılmasını; özerk veya federal yönetim gibi, Kürt halkına bir statü sağlayabilecek siyasi talepleri ağızlarına dahi almadan Sünni bloka ilhak olmasını istiyorlardı. Ankara, İstanbul, Riyad ve Cenevre gibi merkezlerde yapılan toplantılarda Kürtlerin adından bile söz edilmiyor; PYD ve diğer Kürt örgütlerinin bu yöndeki çağrıları görmezden geliniyordu. Sanki Kürtler halk olarak bir hak ve statü peşinde değildi; yeni bir efendiye mecbur, yeni bir efendi arayışındaydılar.
Oyunu IŞİD bozdu
Oyunu önce IŞİD ve El Nusra gibi cihatçı yapılar bozdu. Başta ABD olmak üzere Batı bloku, Esat rejimi çöktüğünde Suriye’de iktidara gelecek cihatçı yapıların, Esat’ı binlerce kez aratacak kadar tehlikeli ve insanlık düşmanı olduğunu gördü. Böylece ABD ve Batı, Sünni bloka olan desteğini çekti. Şüphesiz ılımlı Sünni blokun önemli bir özelliği de, koşulların ortaya çıkarttığı doğal bir aktör olmaktan ziyade, daha çok dışarıdan destekle meydana gelmiş bir yapı olmasıydı. Yani iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklerin etkili olduğu bir muhalefetti. Bu arada sahada, kendileri için üçüncü bir yolu hayata geçirme arayışı içinde olan Kürtler, daha akılcı ve rasyonel bir hatta hareket etmeye çalıştılar. IŞİD’in Kobani saldırıları, Kürtler için uluslararası desteği doruk noktasına çıkardı. Tarihte ilk kez ABD, daha sonra Rusya, Suriye Kürtlerine açıktan yardım etmeye başladı.
Suriye’de işlerin Esat aleyhine geliştiği ve rejimin tam anlamıyla köşeye sıkıştığı bir anda, Rusya sahaya iniş yaptı. Rusya gibi global bir gücü ancak ABD dengeleyebilirdi, fakat IŞİD’in sınır tanımaz barbarlığı ABD’nin geride kalmasına yol açtı. Rusya’nın sahadaki etkinliği artıkça, Türkiye alan dışında kaldı. Bu arada hem Rusya’nın hem ABD’nin PYD’ye silah yardımında bulunması, Türkiye’yi ciddi anlamda rahatsız eder oldu. Buna rağmen ne ABD ve ne de Rusya, PYD’ye olan desteklerini kesmek niyetinde değiller. Batının PYD’ye silah desteğini kesmesi, Kürtlerin IŞİD’in soykırımına emanet edilmesi anlamına gelir. Kobani saldırısında da görüldüğü gibi, Ortadoğu’da bir halk ancak öz gücüyle kendi varlığını devam ettirebilir. PYD’ye silah yardımının kesilmesini talep eden Türkiye, Kürtler bir yana, Suriye coğrafyasındaki Türkmenlerin bile yaşam hakkını korumakta zorlanır. Üstelik PYD’nin silahsız kalması, en az birkaç milyon insanın daha Türkiye’ye sığınmak durumunda kalmasına yol açar. Bunu ne Türkiye, ne de Batı kaldıramaz.
Çözüm, Kürtleri kucaklamak
Türkiye’nin önemli desteklerle ayakta tutmaya çalıştığı Özgür Suriye Ordusu’nun, kısa ve orta vadede Suriye’de bir karşılığı yok. Artık sahada Suriye devleti aygıtını elinde bulunduran Nusayriler, Rakka civarını elinde tutan IŞİD ve Suriye Kürdistanı’nı denetim altında tutan Kürtler var. Bu üç güçten hiç birinin, diğer iki güçten birinin desteği olmadan, rakip olarak gördüğü üçüncü gücü oyunun dışına atması mümkün değil.
Peki, Türkiye bu üç güçten hangisi ile daha iyi geçinebilir? Bugün Irak Kürtleriyle geliştirilen ilişkinin bir benzeri pekâlâ Suriye Kürtleriyle de geliştirilebilir. Üstelik Kürtler, Afrin’i Kobani ile birleştirdiklerinde, Türkiye sınırında doğal bir güvenlik koridoru da oluştururlar. Böylece Türkiye üzerindeki mülteci yükü de azalır. Eğer Türkiye PYD’yi Beşar Esat rejiminin tamamlayanı ve destekçisi olarak görmekte ısrar ederse, kanımca yanılmış olur. Suriye’deki silahlı Kürt güçleri bu saatten sonra ne Esat’a ne de başka bir güce kayıtsız şartsız boyun eğer. 2003’te ABD’nin Irak müdahalesinin ardından, Amerikalılar peşmerge gücünün Irak ordusuna katılması için ısrar ettiğinde, Mesut Barzani şöyle demişti: “Tarihi tecrübeler bize gösterdi ki; bizim güvenliğimizi ancak bizim peşmergemiz sağlar. Ne pahasına olursa olsun, asla peşmergeyi dağıtmam.” Bu cevabın örtülü olarak “gerekirse ABD ile de çarpışırım, ancak peşmergeyi dağıtmam” anlamına geldiğini Amerikalılar da biliyordu. Suriye Kürtlerinin de yakında Esat’a ve destekçilerine benzer bir cevabı vereceğini tahmin etmek için kâhin olmak gerekmez.
Türkiye’nin son günlerde PYD’yi tüm kötülüklerin kaynağı olarak görmesi, bana orijinali Kürtçe anlatılan şu hikâyeyi hatırlattı: Bir gün kurt nehirden su içerken, hemen aşağısından bir kuzunun da su içtiğini fark etmiş. Kurt birdenbire kuzuya dönüp, “neden suyu bulandırıyorsun?” diye sormuş. Kuzu da “kurt kardeş, sen nehrin yukarısından, ben ise aşağısından su içiyorum; nasıl olur da ben senin suyunu bulandırıyor olabilirim?” diye karşılık vermiş. Bunun üzerine kurt hemen kuzuya saldırarak “ben o kadarını bilmem, seni yiyeceğim!” demiş.
Eğer Türkiye illâ PYD’yi döveceğim diyorsa, PKK’nin şiddete dönüşü ve halen de hendek ve barikatlar gibi vahim bir yanlışta ısrar ediyor olması, Türkiye için yeterli gerekçeyi oluşturur. Ancak ben her şeye rağmen, Türkiye’nin Suriye Kürtlerini tekrar kazanma ve savaş sonrası masada etkin bir aktör olarak yer alma şansının olduğunu düşünüyorum. Tarihte tanık olduğumuz üzere, Ortadoğu’da Türk-Kürt ittifakı her iki halk için büyük bir kazanç sağlar ve Türkiye’yi uçurur; buna karşılık iki halkın çatışma ortamına sürüklenmesinden daha vahim bir yanlış olamaz. Türkiye geçmişte Irak Kürtleri meselesinde olduğu gibi şimdi Suriye Kürtleri konusunda da, henüz çok geç olmadan, dış politika dümenini Kürtleri kucaklayacak şekilde kırmalıdır. Böyle bir politika ülkedeki iç barışın sağlanması ve barış masasının tekrar kurulmasını da sağlar. Yeni bir yaşamı, yeni bir umudu müjdeleyen bahar kapıda. Tek dileğimiz, Kürt ve Türk çocuklarının aynı Newroz ateşi etrafında halay çekmeleridir.