Suudi Arabistan'ın ilan ettiği Vision 2030 başlıklı metin, ülke için bir dönüşüm manifestosu. Başka bir bakışla da, bir yol haritası. Suudi Arabistan gibi sıkı kuralları olan muhafazakar bir toplumun nasıl dönüştürüleceğinin de izdüşümü. Ben, bu metinden yola çıkarak Arabistan yarımadasını ve Orta Doğu'yu nasıl anlamaya çalışmamız gerektiğini tartışacağım. Bu analiz aralıklarla da olsa bir kaç yazılık seri halinde devam edecek. Vision 2030 metninin bölümlerini anladığım ölçüde değerlendirip arka planındaki yoğunlaşmış düşünceleri keşfe çıkacağım. Belki isabet edeceğim; belki de yanılacağım. Ama her halükarda tartışmaya katkı sunarak konuya dikkat çekmeye çalışacağım.
Öncelikle genel çerçeveyi bir kabule oturmak gerekiyor. Bu kabul, tüm dünyada sonuçları politik ve ekonomik bir şekilde ortaya çıkan felsefî bir kırılma yaşandığı fikrinin üzerinde yükseliyor. Bizim felsefî kırılma olarak tanımladığımız şey, aslında, doğrudan doğruya düşünme biçimindeki köklü değişiklik ya da değişiklikler. Buna karşın meselelere başka türlü bakmaya alışık olduğumuzdan, öyleymiş gibi, olan biteni sadece siyasîymiş gibi algılıyoruz. Açıkçası böyle yapmak kolayımıza geldiğinden hoşlanıyoruz da. Tefekkür etme biçimimiz, ne yazık ki duygusal ve bir iki açılı. Bu yüzden de birkaç fazlı. Belki gerçek görüntüye erişmek için ekonomik ve politik kökenli bakış açılarının yanı sıra, psikolojik, tarihî ve antropolojik çıkarımlara da ihtiyaç duyuyoruz. Bakış açılarını çoğaltabilsek isabet etme ihtimalini de artırmış olacağız aslında. Mevzuları ele alırken çoğunlukla tarihe karşılık gelen zaman ile maddeye delalet eden bilimi işin içine dahil edemiyoruz. Bu yüzden de dört boyutlu bir anlam dünyasının kilitli kapısını ardına dek açamıyoruz. Bilimi ve araçlarını tam anlamıyla kullanamadığımızdan ve merak etmediğimizden Suudi Arabistan’da olan bitenlere de ilgi duymuyoruz. Zira Arabistan yarımadasında epeyidir bir şeyler olup bitmekte. Çoğalmakta olan bütün emareler bunun işareti. Ne var ki biz tüm bu olan biteni siyasî bir mesele olarak anlamaya mütemayiliz. Sabırlı olabilirsek hakikatin ne olduğunu da bekleyip göreceğiz.
Suudi Arabistan meselesinden yola çıkarak yukarıda kırılma olarak adlandırdığımız bazı davranış biçimlerine dikkat çekebiliriz. Tarih serüvenindeki sıra dışı bu davranış değişikliklerine salınım adı verilebilir. Zira son salınımla Vision 2030 arasında doğrudan bir bağ kuruyorum. Sebepleri konusunda fikirlerimizin olduğu bu kırılmaların daha da sık yaşanacağı varsayılıyor artık. Sonuncu salınımın ilk işaretleri olmasa da manifestosu, Batı aklında, 1988 yılında gün yüzüne çıkmıştı. Belki içimizdeki kimi şanslı zihinler bunun farkına da varmıştı. Ancak çoğumuzun ortaya çıkan bu metni bir kırılma manifestosu olarak algılayamadığı üzerine bahse girebilirim. Aradan geçen yaklaşık otuz yıllık bir sürenin ardından artık bunun bir deklarasyon olduğu apaçık ortada duruyor; daha o zaman bir yol haritası olduğu ilan edilmiş sanki. İlk temasta belki üstesinden gelinebilecek bir şey olarak tasavvur edilmiş de olabilir. Ama geçen süre içinde bu alandaki kimi öngörülerin zamanla yanlış olduğu da ortaya çıkıyor. Bunun yanı sıra kimi öngörüler doğru bile olsa bu çerçevede alınan tedbirlerin yetersizliği de görülüyor. Açıkçası insanın ne üzülesi ne de kızası var. Zira söz konusu olan kırılma öyle kuvvetli ve derinden ki, çıkardığı sesler düşük frekanslı olduğundan henüz fark edilebilecek boyutta da değil. Belki sadece ciddi tefekkür çalışmaları ile farkına varılacak titreşimler bunlar. Diğer yandan bu kırılmanın kuvvetli çatırtılarını işitmek mümkün olamasa da yaydığı ışık göz alıcı denli kuvvetli. Yarılmaların neticesinde ortaya çıkacak manzaranın bütünüyle görülmesi ise herhalde bir yüzyıla mal olacak. Bu nesil olan bitenin nasıl sonuçlandığını göremeyecek olabilir ama gelecek nesil çok çetin mücadelelerin üstesinden gelmek zorunda kalacak. Kırılma felsefî felsefî olmasına ancak etkileri her zamanki gibi ekonomik, politik ve kültürel olacağa benziyor. İşte, metin, bir hazırlık niteliğinde; Suudi Arabistan Vision 2030 ile bu kırılmaya ve etkilerine karşın kendini hazırlayarak berkitme gayretine girişmiş durumda.
Batı aklının tasarladığı bu kırılmaya Orta Doğu bölgesinde ilk cevap veren yahut verdirilen ülke, sanırım, Katar. Bunun için cömertçe harcanan petrol gelirleriyle dünyayla entegrasyon arayışına girişildi. İlkin 1995'lerdeki bir akımla yurtdışına öğrenci gönderilmeye başlandı. Arkasından yeni üniversitelerin kurulmasına karar verildi. Ülkenin alt yapısı baştan aşağıya değiştirilirken diğer Haliç ülkelerinde görülmeyen bir şey yapıldı; kütüphane ve müze gibi kültürel nitelikli kurumların inşasına başlandı. Böylece ülke nüfusunun niteliğini zenginleştirmenin yolları arandı. Haber kanalları ile enformasyonun akışında önemli bir bölgesel nokta haline gelindi. Organizasyonel anlamda şeyhlik babadan oğula geçti. Katar'da bunlar olurken diğer Haliç ülkelerinde bu denli gelişmeler yaşanmadı. Evet; İmarat’da da [Birleşik Arap Emirlikleri] ekonomik bir dönüşüm yanında ticarî bir farklılaşmaya şahit olunduysa da yapılanlar Katar'la mukayese edilebilecek nitelikte değildi. İmarat'ın ekonomik anlamda dünya ile entegre olduğunun ispat edilmesi gerçekten de gereksiz bir çaba olarak kalacak. Pek çok kimse için uluslar arası şirketlerde bulunan hisseler asıl gündemi oluşturmamakta. Zira bilge kimseler, başka göstergelere bakmayı asla unutmuyorlar. Olan biten ise beyaz yakalı zihinlerin dikkatini çekmemekte. Dikkat çekilmesi gereken husus başka yerde duruyor çünkü. Kim bilir belki İmarat, Bahreyn yahut Kuveyt de vehameti bir otuz [30] ya da kırk [40] yıl sonra anlayarak işe girişebilirler. Ne var ki Orta Doğu'da ve Haliç'te Suudi Arabistan başka bir şeyler yapmanın hem telaşında hem de arifesinde. Ülkenin başındaki yeni yönetici elit, geleceğe yönelik olarak toplumu değiştirmenin amacında; ileriki yazılarda madde madde tartışmaya çalışacağız.
Yeni düzeni karşılamak için Suudi Arabistan, Melik Abdullah'ın vefatı sonrasında bir dizi hiyerarşik ve idarî değişiklikler yaptı. Bu değişiklikler Türkiye'de pek ilgi çekmedi muhtemelen ama yapılanlar oldukça önemli manevralardı. İlkin meliklik sırasında bir dönüşme gidildi. Ardından yönetici kadrolarda yaşça ve nitelikçe değişiklikler yapıldı. Melik Selman'ın oğlu Muhammed bin Selman ile dış işleri bakanı Adil bin Ahmed el-Cubeyr yakın gelecekte yapılacak köklü değişiklilerin mimarları olacak şekilde yetkilendirildi ve konumlandırıldı. Rahat hareket etmeleri için de kendi ekiplerini kurmaları sağlandı. Doğrusu bu iki kişinin nitelikleri ve eğitimleri göz kamaştırıcı durumda. Keza bu ikilinin başını çektiği Suudi Arabistan'ın art arda bir dizi etkili adımlar atmaya başladığına şahit olunuyor. Yönetime geldiklerinden beri pek çok iş ve değişikliğe gittiler. Ama yaptıkları en ehemmiyetli adımın Vision 2030 başlıklı bir doküman olduğunu açık ve net bir şekilde söylemek gerekiyor. Başarılı olup olamayacaklarını ise tarih gösterecek. Bu metnin neden önemli olduğunu anlatmak için imkan bulabilirsem hem Muhammed bin Selman'ın hem de Adil bin Ahmed el-Cubeyr'in ayrı ayrı psikobiyografilerini yazarak tartışmayı arzu ediyorum. Çünkü eğitimleri, arkadaşlıkları ve yaşadıkları coğrafyalar çok önemli ve bu önem Vision 2030’a, dolayısıyla da düşünme biçimlerine derinlemesine sirayet etmiş durumda. Muhammed bin Selman’ın iç dünyası, 20’li yaşlarındayken bakanlıklarda söylediği sözler, sair tavır ve söylemleri hem kıymetli hem de önemli. Zira tüm bunlar neredeyse Vision 2030’un metnine sinmiş halde.
Vision 2030 metni, baştan sona gündelik ekonomiyle alakalı görülebilir ama hiç de öyle değil. Metnin satır araları dikkatli bir biçimde incelendiğinde aslında okuyana başka bir şeyle karşı karşıya olunduğunun ipuçlarını vermekte. Türk kamuoyu Haliç ülkeleri söz konusu olduğunda petrol gelirlerinin nasıl harcanacağı temelli tartışmalara girdiğinden bu hususta da benzer yaklaşımları sergileyeceği tahmin edilebilir. Türkiye’nin Suudi Arabistan gibi önemli bir ülkenin bu kararının üzerinde bir fikir geliştirmesi gerekir. Dolayısıyla akademisyenlerin ve alanlarında uzman kimselerin görüş bildirmeleri icap eder. Ama ne var ki akademisyenlerin bu hususta ilgi gösterdiklerini söylemek de pek mümkün değil. Belki birkaç kısa değerlendirme yazısı ile yetinilmiş durumda. Teveccüh gösterilerek bu konu hakkında yapılmış kısa değerlendirmeler de gündelik anlamda ekonomik ve sığ içerikli.
Ana aksının 2030 yılına değin Suudi Arabistan’ın petrol gelirlerine bağımlılığını azaltmak olan vizyonla Muhammed bin Selman, o vakte dek ülkenin petrol politikasının değişmeyeceğinin garantisini de verdi. Garanti bilhassa ekonomik anlamdaki uluslar arası piyasalara güven telkinini önceliyordu. Batı ekonomisinin ana kurumları ise petrol sonrası döneme hazırlıklarını nicedir yapmakta olduklarından, ülkenin bu kararını mutlulukla karşıladılar. Batılı kurumlar, adaptasyonun öneminin farkında olduklarından, bir bakıma, Suudi Arabistan’ı destekledikleri bile söylenebilir. Ekonomi ile insanî davranış biçimlerinin yakından alakalı oldukları bir sır değil sonuçta. Zira Suudi Arabistan’ın bir şekilde yeni düzene uyumlu hale dönüşmesi de gerekiyor. Eğer kendi tarihimizden bir örnekle açıklamak uygun düşerse bu durum için ıslahat serüvenine bakmak yerinde olacaktır. Suudi Arabistan’ın Vision 2030 ile yapmaya çalıştığının Tanzimat Hatt-ı Humayun’u ile mukayese edilemese bile bu nitelikte olduğunun söylenmesi pekala mümkün. Islahatlarla birlikte Tanzimat da son tahlilde hürriyet fikirlerinin neticesinde ortaya çıkmış bir sonuçtu. Sanayi Devrimi ile sermaye piyasasını allak bullak eden Avrupa’nın ortaya koyduğu yeni ekonomik nizama Osmanlı Devleti’nin eklemlenme yahut uyarlanma dönüşümüydü. Ancak ekonomik dönüşümün sonuçları hürriyet, meşrutiyet ve benzeri haklar neticesinde görünür olduklarından, öyle anlaşıldı.
Ülkenin her şeyiyle yeni düzene uyarlanması icap ediyor. Bu kapsamda, Suudi Arabistan’ın, demografik yapısını da hızla 2030 vizyonu çerçevesinde değişime uğratması gerekiyor. Zira toplumun petrol sonrasındaki döneme diğer uluslarla rekabet edebilecek kazanımlarıyla girmesi gerekiyor. Fakat hem önceki alışkanlıkların hem de dinden kaynaklanmayan ancak gelenekselleşmiş uygulamaların toplumsal çerçevede yeniden değerlendirilmesi gerekiyor. İlerleyen yazılarda da tartışılacağı üzere kadınlar başta olmak üzere daha çok vatandaşı iş gücüne katabilme hedefinin ananevi algıyı nasıl aşacağı hala meçhul. Şu an bile Suudi vatandaş çalıştırma zorunluluğu getiren yönetmeliklere rağmen hiçbir yabancı işverenin bir Suudi’yi çalıştıramaması bir sorun iken tüm sektörlerde Suudileştirme çabası nasıl sonuçlanacak? Ayrıca kadın iş gücünün, en azından belirlenmiş sektörlere dahil edilmesinin, katı kuralları olduğu bilinen bir toplumda ne tür kırılmalara yol açacağı da düşünülmelidir. Küçük ve orta ölçekli işletmeleri artırmayı hedefleyen ülkenin, buna uygun iş endeksi oluşturması ve çalışan nüfusu ona göre hazırlaması bir zorunluluk. Keza çalışma hayatındaki bu dönüşümün demografik yapıyı nasıl etkileyeceği ve bunun sonucunda verilecek tepkiler de merak konusu.
Hizmet sektöründe compoundlarda kendi yaşamlarını sürdüren Batılıların keyfi yerinde olabilir. Ancak Uzak Doğu ve Hint Alt Kıtası’ndan gelen ucuz iş gücünün talepleri ve sosyal haklarının karmaşıklığı da ayrı bir sorun kalemini oluşturmakta. Suudi Arabistan’ın bir kabileler federasyonu olduğu düşünülürse şehirlerdeki nüfusun yerlilik dağılımları da uzun zamandan beri Suudi elitlerini düşündürmektedir. Demografik dengenin hızla Suudilerin aleyhine bozulması, hatta kimi yerlerde azınlık durumuna düşülmesi, bir yönüyle Suudilerin çalışmaya ikna edilmelerini zorunlu kılmakta. Vision 2030’da kendine yer bulan sübvansiyonlar ise üstesinden gelinmesi gereken başka bir alışkanlık. Suudi Arabistan için önemli bir ödeme kalemi olan su ücretlerinde devlet sübvansiyonunun kaldırılmasının düşünülmesi fakir Suudiler için ayrı bir dert kapısı olacaktır. Görüleceği üzere Riyad’ın önünde Vision 2030’u yaşama geçirebilmesi için bu ve bunun gibi pek çok mesele var.
Suudi Arabistan, kapalı bir ülke olmaktan hızla uzaklaşmayı göze almışa benziyor. Bunun için hac ve umre gelirlerini artırmayı hedeflerken sıkı vize uygulamalarını gevşetme sözünü etmeleri ayrı bir zihnî değişimin sinyallerini içermekte. Dinî amaçlar dışında ülke çapında bir turizm hamlesine kalkışılmak istenmesi, Riyad’ın sınırlarını dileyenlere açacağının işaretlerini içinde barındırıyor. Tabii bu yaklaşımın yeni bir vatandaşlığı da beraberinde getirmesi mukadderdir. Hem demografik değişim hem de sınırların açılmasının düşünülmesi Suudi Arabistan’da yeni bir tür vatandaşlık uygulamasına geçileceğinin emaresi olabilir. Keza vatandaşlık meselesinin uzun zamandan beri Suudi Arabistan’da doğup büyüyen bir neslin kanayan yarası olduğu bilinmekte. Bir şekilde Riyad’ın bunu da çözmek istediği görülüyor.
Tabii, Saudi Aramco’nun çok ufak bir bölümünün özelleştirilecek olması ise Vision 2030’un ana gövdesini oluşturuyor. Bu özelleştirme ise herhalde dünyanın bugüne değin göreceği en büyük özelleştirme olacak. Suudi Arabistan’ın eline geçecek bu imkanın nasıl kullanılacağı, aslında, dolaylı da olsa Vision 2030’da yazılmış oluyor. Sadece bu değişim için bile Türkiye’nin hem toplumsal hem de ekonomik anlamda Suudi Arabistan’ı yakından takip ederek bilgi biriktirmesi bir gereklilikten öte bir mecburiyet haline dönüşmüş durumda.
Diğer bir açıdan bakıldığında başka bir dünya ile karşı karşıya kalınacağının emareleriyle dolu olan metin, Batı'da ortaya çıkmakta olan felsefî kırılmaya bölgesel bazda verilecek bir cevap aslında. Son tahlilde öyle kararlar almak niyetini izhar ediyor ki Suudi Arabistan, eğer bunları gerçekleştirebilirlerse köklü zihnî değişikliklerin de yolu açılacak gibi. Mesela, kadınlar ile ilgili olarak velayet ya da yabancı çalışanlar için sürdürülen kefalet uygulamalarındaki olası düzenlemeler Suudi kamu zihni ve kanonik elitleri tarafından ne derece meşru görülecek, merakı celbediyor. Bir mutabakat mevcuttur mevcut olmasına ancak bakalım büyük müftü Abdülaziz el-Eşşeyh metinde yer alan bu hususlarda ne şekilde yorumlarda bulunacak misal olarak? Hemen yaşama dair pek çok fikrini paylaşmaktan çekinmeyen müftü mesela kadınların çalışma hayatına katılması kararında nasıl bir tavır sergileyeceğinin nispeten kapalı bir toplumda karşılık bulması çok önemli. Daha da önemli olanı ise Suudi Arabistan’ın atacağı adımların Orta Doğu’da nasıl karşılık bulacağı ve nasıl yankılanacağıdır. Bizi asıl düşündürmesi gereken de budur.