Erdoğan ve Babacan hangi açıdan birbirine zıt iki siyasetçidir, diye sorsam, eminim çoğunuzun cevabı bu iki insanın tabiatları çerçevesinde şekillenir: “Erdoğan sert ve savaşçı, Babacan yumuşak ve uzlaşmacı” dersiniz mesela… Ya da buna benzer bir şey…
Böyle demekle soruya yanlış cevap vermiş olmazsınız, fakat ben bugün akla hemen gelen bu zıtlık üzerine değil de ilk bakışta görülemeyebilecek başka bir zıtlık üzerine yazacağım.
Dava siyasetiyle talep odaklı siyasetin maçı…
Başlıkta iki siyasetçi arasındaki zıtlığı siyaset tarzları temelinde tanımladığıma göre, bazı okurlar ilk anda haklı olarak kendi Erdoğan değerlendirmelerinin zıddından giderek Babacan için sanki “solcu”, “laik” vb. tespiti yaptığımı düşünebilirler. Hatta bazı atarlı okurlar “Ne fark olacak aralarında kardeşim, ikisi de sağcı işte” deyip yazıyı okumaya bile başlamayabilirler.
Oysa ben bunların hiçbirini kast etmiyorum. “İki tarz-ı siyaset” derken, Erdoğan’ın son dört-beş yıldır sürdürdüğü ateşli “dava siyaseti”yle, Babacan’ın partisinden istifa mektubunda ortaya koyduğu “toplumsal taleplere odaklı” sakin siyaseti karşılaştırıyorum.
Aynı maçı seyreden herkes ille aynı noktaya odaklanmaz. Kimi öncelikle iki takımın iki yıldızının maçta neler yapacağına bakar, kimi de alt yapıdan yetişmiş gençlerden oluşan takımın mı yoksa yığınla para dökülerek oluşturulmuş takımın mı üstün geleceği noktasına odaklanır…
Ben, önümüzdeki ayların ve yılların merak edilen maçını özellikle bu açıdan takip edeceğim: Halk, hangi siyaset tarzına meyledecek? Bölge liderliği, ümmet birleştiriciliği, beka koruyuculuğu gibi “büyük” (mega) siyasetlere mi, yoksa demokrasi, kalkınma, refah, hukuk gibi “heyecansız” hedefler öneren siyasetlere mi?
Fikri takibi kışkırtan yeni siyasi figürler…
Bazı okurlar hatırlayacaktır: Geçtiğimiz yıla kadar Sabah gazetesinde ufuk açıcı yorumlar kaleme alan Prof. Şükrü Hanioğlu’nun verdiği ilhamla, bu sayfalarda “dava siyaseti ve onun kaçınılmaz bir sonucu olarak otoriterlik” bahsine dair yazılar kaleme almıştım.
Şimdi, Erdoğan’ın dava siyasetine seçim yenilgisinden sonra da devam edeceğinin anlaşılması, buna karşılık başta Ekrem İmamoğlu, Ali Babacan olmak üzere halkın doğrudan somut sorunları üzerine odaklanan siyasi çizgileri benimseyen figürlerin ortaya çıkması, beni, fikri takibini hevesle yaptığım bu konuya dönmeye kışkırtıyor.
Buraya kadar yazdıklarımla, bir kavram olarak dava siyasetine ve onun zıttının ne olduğuna dair imâlarda bulunmuş oldum. Fakat şimdi bu kavramı biraz daha deşmek, bu arada Türkiye siyasetindeki yerinin sürekililiğini ve yaygınlığını hatırlatmak istiyorum. Böylece Babacan’a atfettiğim siyaset tarzının, gelenek kırıcı vasfıyla aslında radikal bir hamle olduğunu da görebileceğiz.
İki yüz yıldır otoriter iktidarların yaratıcısı
Şükrü Hanioğlu, bana ilham verdiğini söylediğim yazısında Türkiye’de son 200 yıldır otoriter iktidarların kısa aralar hariç birbirini izlediğini hatırlattıktan sonra böylesi sürekli bir otoriterliğin, iktidara gelenlerin kişisel özellikleriyle açıklanamayacağını savunuyor ve bunun yapısal bir nedeninin olması gerektiği tespitini yapıyordu. Hanioğlu’na göre bu yapısal neden, ideolojileri taban tabana zıt olsa da birbirini izleyen iktidarların “küçük” toplumsal talepler yerine “büyük” davaları öncelemeye meyilli olmalarıydı. Yani mesele “ideolojiye” değil “zihniyet”e dairdi:
“(…) ‘Bâb-ı Âlî diktatörlüğü,’ ‘II. Abdülhamid,’ ‘İttihad ve Terakki,’ ‘Tek Parti dönemi CHP'si,’ ‘Demokrat Parti,’ ‘askerî vesayet’ benzeri ‘kötülüklerin anası’ olarak nitelendirilen kişilik ve yapılar, neden kesintisiz bir ‘otoriter/baskıcı siyaset’ geleneği yarattığımız ve sürdürdüğümüzü açıklayamadığı gibi bunlardan birisi ya da birkaçının ‘günah keçisi’ haline getirilmesi sorunun temeline inilmesini önlemektedir.
“Buna karşılık iki asrı aşkın süredir kısa teneffüs araları dışında sürekli biçimde otoriter siyaset üretilmesini, ‘özgürlük’ vaadiyle iktidara gelen değişik siyasal hareketlerin ‘tümü’nün süreç içinde ‘otoriter’liğe savrulmasını ancak yapısal nedenlerle açıklayabilmek mümkündür.”
(…)
“Bu nedenlerden ilki, mega toplumsal dönüşüm projelerinin kolektif hafızanın hatırlayabildiği dönemlerden beri ‘siyaset’ olarak kavramsallaştırılmasıdır.
"’Siyaset’in kitlelere yukarıdan bakan bir dönüşüm ve toplumsal mühendislik projesi biçimini alması, onun güncellik ile ilişkisini azaltmakla kalmamış, taleplere cevap verme özelliğinin de göz ardı edilmesine neden olmuştur. Bu ise mega projelerin sahiplerinin kitlelerle ‘hedefler büyük, karşılıksız destekleyin, mutlu sona ulaşalım’ temelli, ‘tek yönlü’ bir ilişki kurarak, otoriterliğe kayması neticesini doğurmuştur.”
Erdoğan kararlı: Dava siyasetine devam
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) başlangıç yılları, Hanioğlu’nun “kısa teneffüs araları” diye tarif ettiği dönemlerden biriydi. Gerçekten de, AK Parti toplumsal taleplere odaklı bir siyasi parti olarak doğdu, kabaca 10 yıl boyunca bu hatta devam ettikten sonra yönetme zorluklarının da etkisiyle “dava” odaklı bir siyasete yöneldi ve bu da kaçınılmaz olarak otoriterleşmeye yol açtı.
Son 6-7 yılını dava siyasetiyle ve o siyasetin yönetme biçimi olan otoriterlikle geçiren AK Parti, 2015’ten bu yana bu tarzın artık işlemeyebileceğine dair sinyallerle karşılaşsa da “davadan dönmedi…”
Son seçim yenilgisi bu sinyalleri iyice göze sokan bir etki yapmalıydı, bu beklendi de, fakat Erdoğan’dan ve AK Parti’den sâdır olan son çıkışlar bu beklentinin karşılık bulamayacağını gösteriyor. Erdoğan’ın muhalefeti “Türkiye’nin düşmanları”yla aynı dalga boyunda gördüğünü ilan etmesi, Babacan’ı “ümmeti bölmekle” suçlaması, AK Parti’yle “ümmet” arasında kader birliği kurması ve başka birçok çıkış, iktidarın, seçim sonucuyla dava siyaseti arasında bir bağ kurmadığını ya da kursa bile artık elinden başka bir siyaset tarzının gelmediğini gösteriyor.
Buna karşılık Babacan ve yeni parti…
AK Parti’nin dava siyasetindeki kararlılığına karşın, Ali Babacan’ın kuracağı partinin onun tam tersi bir siyaset tarzını benimseyeceği anlaşılıyor. Bana, nasıl bu kadar kesin konuşuyorsunuz diye sorarsanız, size “Çünkü Babacan’ın AK Parti’den istifa mektubunu okudum” derim. Evet, bence o mektup, özellikle de neden yeni bir hareket başlattıklarını ve siyasetteki amaçlarını anlattığı bölümler böyle bir sonuca ulaşmak için yeter de artar bile:
“Hepimizin amacı ülkemizin itibarını yükseltmek, halkımızın refah ve mutluluğunu artırmak, Türkiye’yi hak ettiği güzel bir geleceğe ulaştırmaktır. İnsan hakları, özgürlükler, ileri demokrasi ve hukukun üstünlüğü vazgeçilmez ilkelerimizdir.”
Görüyorsunuz, hiçbir “mega”, hiçbir “ulusaşırı” hedef içermeyen, kendisini Türkiye halkının hukuku, özgürlükleri, refahı ve mutluluğu ile sınırlayan bir siyasi çerçeve…
Türkiye siyasetinde önümüzdeki maçlar -Cumhuriyet Halk Partisi’nin de “büyük laiklik davası”ndan ibaret programını (bu, CHP’nin laikliği bir değer olarak savunmaktan vazgeçtiği anlamına gelmez tabii) yeniden gözden geçirmekte olduğunu da hesaba katarsak- iki siyaset tarzının mücadelesi şeklinde cereyan edecek: Bir tarafta “büyük” davalar siyaseti, öbür tarafta “küçük” toplumsal taleplere odaklı siyaset.
Umalım ki toplum ikinciyi tercih etsin ve bu görevi verdiği siyasetçilerin 200 yıllık geleneğin iğvasına kapılmasına bu defa izin vermesin