Yönetmenliği Özer Kızıltan’a, senaryosu Gemide ve Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ın da senaristi Önder Çakar’a ait 2005 tarihli Takva, bugünlerin tartışmalı konusu tarikat/dergâh meselesine eğiliyordu.
Bazı muhafazakâr mecralarca din ve tarikat kötülemesi yapmakla, bazı seküler mecralarca da tarikatları normalleştirmekle eleştirilen film, aslında, bu ikisinden de uzakta, bir insanın, Muharrem’in hikâyesini anlatma çabasındaydı.
2006 Antalya Film Festivali’nde en iyi film ödülünü Zeki Demirkubuz’un Kader’ine kaptıran Takva, o yıl en iyi senaryo ödülünü almıştı.
Vakit gazetesi okuru bir tüccarın yanında çocukluğundan beri çırak olarak çalışan, ibadetlerini aksatmamaya, arada bir de dergâhtaki zikir törenlerine devam etmeye gayret eden Muharrem’in ev-dükkân-dergâh arasında dönen sade yaşantısı bir gün şeyhin kendisini yanına davet etmesi ve bir teklifte bulunmasıyla değişmeye başlıyordu.
Şeyh, Muharrem’e, dergâhın birtakım gayrimenkullerine ait kiraların toplanması ve bunların hesaplarının tutulması işine bakma önerisinde bulunuyordu.
Onca başka mürit arasından şeyh tarafından fark edilmiş ve bu işi yapmak için seçilmiş olmayı büyük bir onur sayan Muharrem işi hevesle kabul etmişti.
Ancak olaylar geliştikçe, Muharrem’in zaten bir miktar karışık olan kafası, içine girdiği akçeli işler yüzünden iyice karışmaya başlayacaktı.
Senarist Önder Çakar “Bu öykü bir tarikatın öyküsü değil, Muharrem’in öyküsü” demişti.
Peki neydi Muharrem’in öyküsü?
Takva filmi esasen bir “bilişsel uyumsuzluk” hikâyesiydi.
Müridimiz Muharrem (Erkan Can) iki farklı bilgi kaynağıyla yüz yüze kalıyor ve bu ikisi arasında geriliyordu film boyunca.
Bu bilgi kaynaklarından biri Muharrem’in anne-babasından tevarüs ettiği mütevazı ve mazbut manevi ve zihinsel tertibatı, diğeri de dergâhta kendisine verilen o “akçeli” iş bağlamında içine girmek durumunda kaldığı birtakım kirli ilişkilerin getirdiği yeni yaşam biçimiydi.
Mürit bu ikinci işle birlikte bilişsel bir uyumsuzluğun ağına düşüyor ve film Muharrem’in bu uyumsuzlukla nasıl ve ne kadar baş edebildiğini anlatıyordu.
Amerikalı sosyal psikoloji uzmanı Leon Festinger’in 1950’lerde ortaya attığı bir kavram olan bilişsel uyumsuzluk, kişinin birbiriyle uyumlu olmayan iki veya daha fazla bilgi kaynağına maruz kalması sonucu ortaya çıkan durumu tanımlıyordu.
Zihinsel tutarlılık kuramlarının bir parçası olan bilişsel uyumsuzluk teorisine göre, sözü edilen uyumsuzluk kişi için bir huzursuzluk kaynağıdır. Böylesi bir huzursuzlukla karşılaşan birey, bunun üstesinden gelmek için genellikle iki seçenekten biriyle yoluna devam eder. Bu seçeneklerden biri tutarsız bilgi kaynaklarını önlemek/yok etmek, diğeri de kendi düşüncelerini bu bilgi kaynaklarıyla uyumlulaştıracak biçimde rasyonalize etmenin yollarını aramaktır.
Vurgulamak gerekirse Festinger’in teorisinin iki temel hipotezi vardır: (1) Uyumsuzluk, kişiyi uyumsuzlukları azaltmaya ve “uyum”a motive edecektir. (2) Kişi, uyumsuzluğu artıracak durum ve bilgi kaynaklarını aktif olarak önleyecek, yok edecektir.
Muharrem’in huzursuzluklarından birini cinsellik oluşturuyordu. “Biz o işleri bıraktık” diyen Muharrem’i filmin daha başlarında gayet etkileyici bir zikir sahnesinin içinde görüyorduk.
Ritüele katılan tüm müritler (erkekler) artan bir tempoyla, sesle ve terle cezbeye gelmekte ve adeta manevi bir ejakülasyona doğru yol almaktadır. Bazı tılsımlı sözcüklerin tekrarı ile ilerleyen bu toplu cezbe sahnesinin hemen ardından gelen gayet cinsel içerikli bir rüya sahnesiyle izleyici üzerinde yaratılan sarsıcı etki, Muharrem’in bilişsel uyumsuzluğuna bir mukaddimedir.
Dergâhtan manevi bir arınmayla dönüp abdestli olarak dualarla yatağına yatan Muharrem’in o gece gördüğü ve kendisine hiç yakıştıramadığı (gördüğü için kendisini suçladığı) bu rüya, bir yandan Muharrem’in zihninin Freudyen bir basınçla gergin olduğunu, bir yandan da onun ileride karışacak kafasının, aslında daha başlangıçtan itibaren karışık olduğunu gösterir.
Şeyhi tarafından verilen kiraları toplama görevine başladıktan sonra, günlerden bir gün, kira almak için gittiği bir tamirhanede, çalışanların rakı içmekte olduklarını görür Muharrem. İçki içmek açıkça günah olduğuna göre, dergâh kendi gayrimenkullerinden birini açıkça günahkâr birilerine kiraya vermiştir. Dergâha haram para mı girmektedir? Muharrem bu soruyu saf zihnine yazar.
Hemen sonra Muharrem, dergâhın bir başka kiracısına, yoksul bir gecekonduya gider. Evin babası hasta yatmaktadır ve ilaç alacak paraları bile yoktur; kaldı ki kirayı ödeyebilsinler. Muharrem içtenlikle acıyarak ve üzülerek kirayı isteyemeden gecekondudan ayrılır.
Dergâha döndüğünde önce içki mevzuunu aktarır şeyhine. Şeyhi “kirayı verdiler mi?” diye sorar. “Verdiler” der. “O zaman biz insanların içkisine karışamayız evladım, onların affı için ancak Allah’a dua edebiliriz” diye cevap verir şeyh. Muharrem’in kafası karışır.
Muharrem daha sonra gecekondudaki yoksul aileyi gündeme getirince şeyh “kirayı almadın mı yoksa?” diye sorar. Şeyh bu soruyu öyle bir ünlemle sorar ki Muharrem “almadım” cevabını veremez. “Aldım tabii ki…” diye yalan söyler. “Ama önümüzdeki ay ödeyebileceklerini sanmıyorum.”
“Bak Muharrem” der şeyh. “Bu tür durumlarda fukaraya yardım etmek elbette güzel bir davranıştır. Amma, eğer bu parayı almadığımız için, şu dergâhtaki talebelerden birinin dergâhtan çıkartılması gerekecekse, o talebenin kim olacağını sen seç!”
Şeyh, Muharrem’i bilişsel uyumsuzluğun doruk noktasına götürecek kararlara zorlamaktadır.
Tüm bunlar olurken Muharrem, bir yandan da yeni görevinin getirdiği birtakım dünya nimetlerinden yararlanmaya, birtakım “kapitalist” ilişkiler içine girmeye başlamıştır. Dergâhta kendisine bir oda tahsis edilir ve orada kalmaya başlar. Şeyh kendisine bazı pahalı hediyeler verir. Ayrıca “tarikatı temsil edecek olduğu” gerekçesiyle kendisine sürücüsüyle birlikte bir araba tahsis edilir. Takım elbiseler alınır.
Tüm bunlar, çevresinin ona bakışında bir değişime yol açar. Muharrem’in pozisyonundan haberdar olan müteahhitler onun etrafında dolanmaya başlar. Çocukluğundan beri patronu olan kişi (Settar Tanrıöğen) kendisine Muharrem diye hitap etmektedir. Bir gün şeyh kendisine Muharrem’in tarikat adına bazı işleri olduğunu, öğleden sonraları kendisine izin verirse büyük sevaba gireceğini söyler. Patron zeki insandır, işareti almıştır. “Yahu” der birkaç gün sonra, “acaba sana Muharrem diyerek günaha mı giriyorum? Muharrem Efendi…”
Zamanla Muharrem, gerçekten de Muharrem Efendi olur, sadece giyim-kuşamı değil, yüz ifadesi bile değişmeye başlar.
Muharrem Efendiliğe giden sembolik kırılma anlarından biri, Muharrem’in camide namaza başlamadan önce elindeki içi para dolu çantasını koyacak yer bulamaması ve hemen önüne bırakması ve bu para çantasının önünde secde etmesidir.
Filmin bir yerine kadar Muharrem, bilişsel uyumsuzlukla baş etme yöntemi olarak kendi düşüncelerini bu düşünce kaynaklarıyla uyumlulaştıracak biçimde rasyonalize etmenin yollarını arar. Ancak bir noktadan itibaren bu yeterli olmayacak ve farklı bakış açısı sunan bilgi kaynaklarını önleme, onlara ket vurma yoluna başvuracaktır.
Böylelikle, filmde görmüyoruz ama Muharrem muhtemelen yıllar içinde, tıpkı şeyhi gibi, gecekonduda yaşayan o yoksul aileden kira almamayı bir seçenek olarak dahi aklına getirmeyen biri olup çıkacaktır.
Böyle olacağını, bazı doğru sorular soran işçi çocuğu tokatlarken ona söylediği şu sözlerden anlıyoruz: “Cevapsız sorular sormaktan vazgeç, bırak koyuver gitsin oğlum!”
Görmeye devam ettiği ve içerik bakımından giderek daha da zenginleşen o kötü rüyalarını yorumlaması ve kendisine bir çıkış yolu göstermesi için bir sabah şeyhine gider Muharrem. Fakat tam da o sabah şeyhin kırk günlük bir halvete girdiğini ve dolayısıyla bu süre boyunca onun tavsiyelerinden mahrum kalacağını öğrenir. Buna çok üzülmüştür. Keşke az daha erken davransaydım diye hayıflanır.
Peki gerçekten hayıflanmakta mıdır?
Filmde burası ustaca bir belirsizlik içinde verilir ama aynı yerleşke içinde yaşayan bir dergâh mensubu olarak ve üstelik “yönetim” ile de bir biçimde ilişkide olması bakımından, şeyhin kırk gün sürecek böylesi bir eyleminden ve onun başlangıç zamanından haberdar olmaması güç bir ihtimal. Düşünebiliriz ki Muharrem’in zihni bir yandan şeyhine danışmak ve onun önereceği bir yol ile zihnini yüklerden kurtarmak istemekte, ama bir yandan da bunun olmamasını sağlayacak bir yolun peşinden gitmektedir. Başka bir deyişle, tam da şeyhin halvete girdiği sabah ortaya koyduğu ama uygulanamaz teslimiyet arzusu gösterimi, Muharrem’in zihninin aslında tam da teslim olmak istemediğinin işareti gibidir.
Senarist Önder Çakar bugünün kestirme çözümlerinin epey ilerisinde derin soruşturmalara girişen bu film için “Bizden Müslüman ya da anti-Müslüman olmamız beklenmemeli. Biz ne kimseden nefret ediyor ne de kimseyi destekliyoruz. Bu benim babamın hikâyesi. Bir tarafa vurma niyetimiz yok. Muharrem’i ne çok seviyoruz ne de ondan nefret ediyoruz. Muharrem’e eşit mesafedeyiz” demişti.
Yönetmen Özer Kızıltan da filmin hikâyesi için “Önder’in babasından yola çıkarak yazdığı bir hikâye. Kimseye bir saldırı yok, övme de yok. Yalnızca bir hikâye var. Biz bir ayna tuttuk, ancak bunu kendi bakışımızla, kendi aynalarımız, iç bükey, dış bükey, düz aynalarımızla yaptık. Muharrem’i anlamaya, anlatmaya, anlayamadığımız yerde de seyirciyle birlikte yanıt aramaya çalıştık” diyordu.