Cumhurbaşkanı adayları ortaya çıkmaya başladıktan sonra, “tarafsızlık”, “bağımsızlık”, “nesnellik”, “özerklik” gibi kelimeler Türkiye’de yeniden alay konusu haline geldi. Biliyorsunuz, burada “tarafsızlık” iddiası taşıyan mesleklere (futbol hakemliği?) ve kurumlara (mahkemeler?) şüpheyle yaklaşırız. Cumhuriyetin ilk 80 yılında, kendi ekollerini kurup yaşatabilmiş, bağımsız ve güvenilir kaç kurum yaratabildiğimiz şüpheli. Yarattıklarımız da herhalde kısa ömürlü oldu. O yüzden 2000’li yıllarda “yargı daha önce iyi miydi?”, “medya her zaman böyleydi”, “üniversiteler o zaman da demokratik değildi” gibi özür beyanları sıkça tekrarlandı.Uzun yıllar mecburen 1990’ları mihenk taşı aldık. Oradan yola çıktığımızda da çok ilerleme kat ettiğimizi teslim etmek lazım. Ne var ki umutla beklediğimiz “yeni Türkiye” bize bağımsız, özerk, tarafsız kurumlar getirmedi. Bilakis, siyaset bir tür kahramanlık ve iddia makamına yükselirken, “siyaset-dışılık” ya da “-üstülük” kavramları vesayet kelimesiyle eş anlamlı hale geldi. Öyle ki, siyasi parti üyesi olmayan bir cumhurbaşkanı adayı şimdiden “suya sabuna dokunmayacağı” için eleştiriliyor. Seçildiği takdirde mevcut anayasal düzeni –başkanlık sistemi vs. ile -esnetme yoluna gitmeyecek bir cumhurbaşkanı adayından adeta peşinen özür bekliyoruz.Tarafsızlık kavramı –bir ihtimal olarak bile –Türkiye’de alerjik reaksiyona yol açıyor.Oysa geçtiğimiz 10 yılda Türkiye’nin bağımsız ve tarafsız kurumlara ne kadar büyük ihtiyaç duyduğunu gösteren birçok olay yaşadık. “Yargı bağımsızlığı” 7’den 70’e herkesin diline pelesenk oldu. Sonradan –en azından kısmen–rövanşist komplolar olduğu ortaya çıkan bir dizi davaya siyasetin üstünlüğü adına cansiperane sahip çıkıldığını hatırlayalım. Karşı tarafın iddialarına (sahte deliller, savunma hakkının gaspı vs.) tamamen kulak tıkayan bu ideolojik körlük için bugün herkes özür diliyor. Aynı şekilde, HSYK’yı “siyaset-üstü” bir vesayet kurumu olmaktan çıkarma arzusunun, onu daha da denetlenemez, kapalı bir kutu haline getirdiği iddia ediliyor. Siyasetin üstünlüğü adına el konulan HSYK için bugün “Kemalistleri tekrar nasıl sokarız?” tartışmaları yapılıyor.Taraf olmak, bertaraf olmak konusunda bir başka dersi de medya verdi. Batı’da geliştiği haliyle gazetecilik, bilgiyi metaya dönüştüren bir iş kolu; bilginin de maddi değeri doğru ve güvenilir olduğu ölçüde artıyor. “Dördüncü güç” olarak anılan kitle medyası, ideal olarak sivil toplum ve devlet arasında hakemlik rolü oynamalı. Bu durum dünyadaki gerçekliğe birebir denk düşmese de, nesnellik hâlâ önemli bir kriter. Bu değer sayesinde, sosyal medyanın bambaşka bir gazetecilik anlayışını dayattığı bugünlerde haber ile yalan/propaganda arasında ayrım yapabiliyoruz. Oysa Türk medyasında değerli olan tarafsızlık değil, taraf olmak. 2000’li yıllarda bu taraflılık hali, 5 N 1 K kurallarını bile hiçe sayabilen bir aşamaya geldi. Her olayı kendi küçük komplo penceresinden görenler (Sivas katliamını Ergenekon mu yaptı? Muhsin Yazıcıoğlu’nu NTV mi öldürdü? Boko Haram’ın arkasında AKP mi var?) Batı’nın o çok küçümsenen “burjuva gazeteciliği” değerlerini siyasetin üzerinde tutabilseydi medyamız herhalde bugün farklı bir yerde olurdu.Ama tarafsızlık alerjisi devam ediyor. Özerk kurumlarımızdan bir diğeri olan Merkez Bankası kısa zaman önce “siyasi otoriteye üstünlük tasladığı” için yerden yere vuruldu. Faizleri hiç yükseltmemesi ve hep düşürmesi arzu edilen Merkez Bankası kimilerine göre uluslararası bir komplonun piyonu. Yetkilileri azar işitti; kararlarını defalarca izah etmek durumunda bırakıldı; personeli değişti, vs.Anayasa Mahkemesi de tarafsızlık alerjisinin kurbanı oldu. Twitter yasağını kaldıran mahkemenin kendini siyasi otoriteden –haşa -üstün görüp görmediği tartışıldı. Anayasa Mahkemesi eski günlerdeki gibi bir vesayet kurumuna mı dönüşüyordu? Mahkemenin kararlarını bozabilecek bir üst-otorite arayışını bile dillendirenler oldu. Hukuk mu üstündü, siyaset mi?Bağımsız olmaya çalışan başka kurumları da dövdük; övmedik. Gerek istihdam politikaları, gerek bürokrasi, gerekse akademik kıstaslar açısından YÖK’e azami direnç gösteren, kurumsal kimliğini koruma ısrarındaki birkaç devlet üniversitesini düşünelim. Şimdi de son 10 yılda Türkiye’de en çok tartışılan, polemik konusu olan üniversiteleri hatırlayalım. Liste örtüşüyor, değil mi? Vakıf üniversiteleri içinde öğrencilere yenilikler, farklı imkanlar tanıyarak YÖK’ün dar ceketini yırtmaya çalışanları düşünelim. Sonra da gazete manşetlerinde “başına buyruk” olmakla, “şımarıklık” ile anılan üniversiteleri hatırlayalım. Gerçek şu ki, özerkliği değil, merkezden idareyi seviyoruz. İstisna yaratanları, ekolleşenleri, farklılaşanları sevmiyoruz. Her şeyiyle bir vesayet kurumu olan YÖK’ün ortadan kaybolmak şöyle dursun, yeni yetkilerle donatılması bir tesadüf değil.Türkiye’de tarafsızlık alerjisi yeni değil. Cumhuriyetin eğitim görmüş elitleri bağımsız, özerk kurumlar yaratamadı. Bugün en uzmanlık gerektiren alanlarda bile biri işe alınmadan önce “oculardan mıymış, buculardan mıymış?” diye sorulması doğal karşılanıyorsa bunun günahını biraz da geçmişte aramak lazım.Evet, hukuku da, toplumsal olguları da yüzde yüz nesnel bir bakış açısıyla değerlendiremeyiz. Bu anlamda sosyal bilimlerde tarafsızlık diye bir şey olamaz. Her şey özünde siyasidir; siyasi sistemlerin meşruiyeti kendinden menkul değildir, vs. Ancak birbirimize postmodern yalanlar da söylemeyelim. Dünyada onlarca demokrasi tarifi yok. Göçmen ve mülteci akınlarının hangi ülkelerden hangi ülkelere doğru olduğuna bir göz atarsak demokrasi ve refah standartlarının postmodern yorumlara fazla yer bırakmadığını göreceğiz.En gelişmiş demokrasiler, sandık kadar, bağımsız bilim kuruluşları, hukukun üstünlüğü ilkesi, işini profesyonelce yapan teknokratlar, liyakat, nesnel yayıncılık ilkeleri üzerinde yükseliyor. İleri demokrasileri bazı “siyaset-üstü” değerler ve “siyasetten bağımsız” düşünen insanlar olmadan düşünmek mümkün değil.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik