Ana SayfaYazarlarTarih tekerrür etmez; felâket hep farklı kılıklarda çıkagelir

Tarih tekerrür etmez; felâket hep farklı kılıklarda çıkagelir

 

[4 Ocak 2017] Hemen 1 Ocak’ta, katliamdan saatler sonra yazdığım Reina’ya sevinmek’te, bazı şeyler eksik kalmış gibi. Aradan dört gün geçti. Epey bilgi birikti. Bunun, hayli tecrübeli, iyi eğitilmiş, amansız bir IŞİD (DAEŞ) savaşçısının işi olduğu ortaya çıktı. Yorumlar da hayli çoğaldı bu arada. Öyle ki bende, nerede durduğumu iki farklı ve zıt pozisyondan net (veya daha net) ve kesin biçimde ayırma ihtiyacı hasıl oldu.

 

Bunlardan biri, Diyanetin Cuma (30 Ocak 2016) hutbesindeki bir pasajın, saldırıyı doğrudan tetiklediği şeklinde (Murat Yetkin veya Ayşe Hür yorumu diyelim). Buna göre, olay tamamen Türkiye’ye ve yerli Müslümanlığa (dolayısıyla bütün Müslümanlığa) içsel. Katil herhangi bir dindar-muhafazakâr/dı (olabilir/di). Sırf sosyal medyadan ve hutbeden beslendi. Spontane denebilecek bir şekilde öfkelendi ve gidip Reina’yı bastı; nefret ettiği alla franca kültürü ve yabancı, kozmopolit yaşam tarzını temsil eden gençleri taradı… Diğer görüş ise, tersine, Reina katliamına tamamen dışsalcı diye tarif edilebilecek bir yaklaşım. Olayın ne sosyal medyada yazılıp çizilenlerle en ufak bir ilgisi var, ne de Cuma hutbesiyle. Daha genel olarak, İslâmî kesime ister ad hoc ister post hoc, ister a priori ister a posteriori, en ufak bir sorumluluk izafe edilemez. IŞİD’le başlar (başladı), IŞİD’le biter (bitti). Başka herhangi bir önü, arkası, sağı, solu yoktur bu işin… Hattâ DAEŞ’in neden şimdi bu kültürel fay hattına yüklendiğini; amacı Türkiye’yi birbirine düşürmekse (ki öyle), niçin “yaşam tarzı” üzerinden saldırmayı tercih ettiğini; bu alanda elverişli bir zemin bulup bulmadığını bile sormak, neredeyse gereksiz (bir ön tesbit olarak, Cengiz Alğan’ın Reina saldırısı “yaşam tarzı”na mı? sorusundaki örtük reddedişi, nüanslandırılmış da  olsa eksik, buna karşılık Abdullah Kıran’ın son yazısının bir alt-başlığındaki — âdetâ cevap verir, evet dercesine — Saldırı yaşam tarzına yönelik tesbitini ise görece daha gerçeğe yakın buluyorum).

 

Güya bu kısa bir özet/giriş olacaktı. Fakat benim öyle kısa özet yapma kabiliyetim yok anlaşılan. Habire detay eklemeden ve genişletmeden duramıyorum. Her neyse. Şu kadarıyla da, her iki görüşte nelere katılmadığım aşikâr olmalı. Bunları önümüzdeki günlerde (a) Pyrrhus’ten Marx’a; (b) Hutbe; (c) Dağ taş CIA diye en az üç başlık altında açacağım.  

 

Öte yandan, bence çok daha büyük bir sorun var ortada: Bu iki zıt görüş ve yaklaşım ile az çok ilişkilendirilebilecek iki büyük kesimin, artık birbiriyle şimdiye kadar yaptıklarından çok farklı bir şekilde konuşma ve diyalog kurma ihtiyacı, hattâ zorunluluğu. 19. ve 20. yüzyılların yukarıdan aşağı modernleşme tarihinden, derin bir sosyo-kültürel bölünmeyi devraldığımız açık. Bir yanda, Tanzimat’ın alla turca’sından türeyen İslâmî kesimler yer alıyor; diğer yanda sekülerler, Cumhuriyet burjuvazisi ve/ya  hali vakti yerinde laik orta sınıflar. Siyasette bunlara kabaca denk düşen partiler var; medyada bunlara hitap etmek iddiasında olan gazeteler, dergiler, televizyon kanalları var. Nasılını bırakalım; kabul edelim ki zaman içinde birbirlerine yönelik korkuları, kuşkuları, düşmanlıkları oluştu. Bir dönem, laik modernistler Müslümanların tepesine bindi. Hor gördüler, içselleştirilmiş Oryantalizmlerinin penceresinden “bizim ilkellerimiz” diye baktılar; geri kalmışlığımızdan sorumlu tuttular. Siyasetten ve kamusal alandan dışladılar; taşradan ve büyük kentlerin kenar mahallelelerinden çıkarmamaya kalkıştılar. Ama küçük bir azınlıktılar ve ordu-yargı-bürokrasinin müteaddit müdahalelerine rağmen sonunda yenildiler; bütün iktidar mevzilerini adım adım kaybettiler, kaybediyorlar. Her zaman büyük çoğunluk olan dindar-muhafazakârlar ise 21. yüzyılın başları itibariyle üstün geldi. Artık Türkiye’yi onlar yönetiyor; her türlü iktidar onların elinde yoğunlaştı, yoğunlaşıyor. Bu da beraberinde muazzam bir sorumluluk getiriyor (kabul edelim ki bir zamanlar İttihatçıların ve Kemalistlerin onlara karşı göstermediği bir sorumluluk ve duyarlılık): Bu toplumu çelişkileri antagonistleştirmeden, barış içinde yönetmeyi, bunun için de birliğini ve bir arada yaşama ruhunu korumayı nasıl başaracaklar? Bunun için her iki kesimin (ama öncelikle iktidarda olan Müslümanların ve ağırlıklı olarak onları temsil eden AKP’nin) diyaloga ihtiyacı var, karşılıklı empatiye ihtiyacı var; yekdiğerinin nelerden korktuğu veya nelere tepki duyduğunu anlamaya çalışarak geçnişin olumsuzluklar birikimini aşmaya ihtiyacı var. Onları geçtim; eğer topyekûn, şimdiye kadar karşılaşmadığımız türden bir felâkete sürüklenmeyeceksek asıl Türkiye’nin, memleketin, hepimizin, bütün toplumun buna ihtiyacı var.

 

Gelgelelim şöyle kötü bir durumla yüz yüzeyiz: Her iki kesimin tamamı ve kanaat önderlerinin hepsi değilse de bir bölümü (ve maalesef, özellikle de sosyal medya üzerinden, en çok ve en yüksek sesle konuşanları), en ciddî toplumsal kriz ve “acil durum” hallerinde bile birbirlerini ötekileştirme ve şeytanlaştırmaya aralıksız  devam ediyor. Bazen herkesin azamici (maximalist), herkesin boyölçüşmeci (confrontationist), herkesin imhacı (annihilationist) kesildiği hissine kapılıyorum. Diyelim spesifik bir anlaşmazlık, somut bir münakaşa söz konusu. Kendi sınırları içinde tutmak pekâlâ mümkün. Ama hayır, öyle olmuyor. Birilerinin gözü dönüyor; bir lâhza ve bir adım ötesini düşünmüyor (meselâ yarın öbür gün birbirimizin yüzüne nasıl bakacağızı getirmiyor aklına); “zafer”i o an, hemen oracıkta vurup susturmak gibi tasavvur ediyor; lâf yetiştirmek, taşı gediğine koymak uğruna aklına ne gelirse söylüyor; gerisiyle ilgilenmiyor, “benden sonra tufan” diye bakıyor. Böyle bir dizi, hepsi dar ve kısa vâdeli sorunun hepsi şirazesinden çıkarılıp ezelî ve ebedî bir düşmanlığın, nasıl başladığını çoktan unuttuğumuz tek bir “büyük kavga”nın mütemmim cüzleri haline geliyor.

 

Böyle bir düello mantığına hapsolmuşluğu, 1960’ların sonları ile (12 Mart’ın ardından) 1970’lerin ikinci yarısında da yaşamıştık. O zaman aşırı sağ ile aşırı sol arasında karşılıklı sokak savaşları, mahalle savaşları, fakülte ve okul savaşları söz konusuydu. Her yer, her kurum ya onun, ya bunun “kalesi” olmak zorundaydı. Her gün 15-20 gencin katledildiği zamanlardı. Aşırı sağı bilmem; aşırı solu bilirim. At gözlükleri takmışçasına, son derece dar bir vizyonları söz konusuydu: “Faşistler [Ülkücüler] bize saldırıyor; ne yapalım, teslim mi olalım, öldürtelim mi kendimizi; tabii silâhlanacak ve kendimizi koruyacağız.” Duramıyor, kendilerini bir türlü geri çekemiyorlardı bu şiddet tırmanışından. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in toplumun bu toz dumandan kaçan ezici çoğunluğunun kanun ve nizam arayışıyla ilişki kurmayı beceren her konuşmasıyla biraz daha yaklaşan asıl büyük Faşizmi göremiyor, neyin gelmekte olduğunu zerrece anlamıyor, biraz anlar gibi olsalar bile (örgüt çizgisi ve aidiyetinin dayattığı) “patika bağımlılığı”nın dışına çıkamıyorlardı.

 

Sonrası malûm: 12 Eylül diktatörlüğü. Bugün de aynı şey olacak demiyorum, kuşkusuz. Tarih tekerrürden ibarettir denir ama değildir aslında. Hiç tekrarlanmaz, ya da tıpatıp aynı şekilde tekrarlanmaz. Bazı kısmî örüntüler tekrarlanabilir (veya birkaç dereceli soyutlamalarla tekrarlanıyor gibi gözükebilir, gösterilebilir), ama bütünsel akış asla ve kesinlikle tekrarlanmaz.

 

Onun için de “ders çıkarmak” çok zordur zaten. Herkes ders çıkarmaktan söz eder, ama kimse yapmaz, yapamaz. Faraza geçmişte toplumsal uzlaşmazlık ve çatışmacılıklar yüzünden (27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi) darbelere maruz kalmış olsak, diyelim ki bu yüzden “darbelere karşı çıkmak gerekir” diye bir düstur belledik, asla bizim beklediğimiz, artık tanıdığımızı ve teşhis edebileceğimizi sandığımız şekilde çıkagelmez ki “geleceğin” darbeleri. Nitekim Zincirbozan sonrasında ucuz “bir daha asla” nutukları atan ve “en önde direneceğini” ilân eden bazı kahraman siyasi ve medyacılarımızın neler yaptığını gördük, 28 Şubat’ta veya 2002 sonrasında. FETÖ’nün 15 Temmuz girişiminin ise Atatürkçülük kılığına bürüneceğini; daha doğrusu, “bir sonraki” Atatürkçü darbenin FETÖ’den geleceğini kim tahmin edebilirdi?

 

Kaldı ki asıl sorun darbenin kendisi de değil, darbelere zemin hazırlayan ve kendi hatâlarımızla yuvarlandığımız o toplumsal uzlaşmazlık ve çatışmacılık kültürüdür. Bugün darbe olur, yarın başka türlü bir felâket — meselâ genel bir toplumsal çözülme ve bir arada yaşayamayış hali. Hep darbeyle ve aynı tür darbelerle sonuçlanmasını beklersek, aldanırız ve aldanırız ve gene aldanırız.

 

 

- Advertisment -