[25 Ocak 2018] Şu ana kadar yazdıklarımdan âşikâr olmalı ki, tarihte herşeyin bir öncesi ve sonrası var. Olmak zorunda. Bu gerçek tarih için de böyle, uydurma denemeleri için de. Gerçek tarihte, olaylar rastgele bir sıra içinde gelişmiyor, gelişemiyor. Herşey basitten karmaşığa doğru ilerliyor. Bazı olay ve süreçler, daha sonrakilerin ön koşulu. Faraza tarım olmadan üretim fazlalarının depolanması olamıyor. Üretim fazlalarının depolanması olmadan, tarım dışı uzmanlar (zanaatkârlar, rahipler, askerler, yöneticiler) olamıyor. Tarım dışı uzmanlar olmadan devlet olamıyor. Belirli beceriler de ancak üstüste birikebiliyor. İnsanoğlu yaptıkça öğreniyor. Önce en basit ve kolay becerileri ediniyor, sonra o temelden hareketle daha zor olanlarına sıçrıyor. Faraza önce tahta ve boynuz yontmanın, sonra taş yontmanın üstesinden geliyor; sonra çanak çömlek yapmaya başlıyor; çanak çömleyi pişirmek için kullandığı fırınlarda elde edebildiği ısıya göre, önce kalayı, sonra bakırı, sonra demiri ergitmeye başlıyor. Gölleri, suları, nehirleri, denizleri aşmak için önce sürüklenen dal ve tahta parçalarına tutunuyor, sonra sal yapıyor, sonra kütükten oyma kano, sonra ahşap kaplama kayık, sonra alçak bordalı, kürekli kadırga, sonra yüksek bordalı, yelkenli kalyon. Projektil silâhları fırlatma sopası, taş, mızrak, ok ve yay, nihayet tüfek diye gidiyor. Etrafındaki doğayı ve gök cisimlerini çıplak gözle izlemek temelinde, ancak ilk astronomi ve fizik bilgilerini oluşturabiliyor. Arşimet, Galile, Newton, Einstein; mekanik, yerçekimi, rölativite… kabaca bu sırayla birbirini izliyor. Mercek üretip mikroskop ve teleskop yapabildiğinde, daha önce göremediği şeyleri görmeye başlıyor. Çeşitli hastalıklardan mikroorganizmaların (mikropların) sorumlu olduğu teorisine (bilimsel genellemesine) ancak 19. yüzyılda varıyor. Modern tıp ve eczacılık bu yüzden 19. yüzyılda patlıyor. Radyo dalgalarına, telsize, X-ışınlarına (röntgene), radyuma ve radyoaktiviteye, ardından nükleer enerjiye, ancak 19. yüzyıl sonlarından itibaren gelebiliyor.
Onun için tarihçilikte (açık yalan ve tahrifat dışında) belki en büyük, en affedilmez metodolojik hatâ, anakronizm. Zamanıyla uyumsuzluk veya zamanını şaşırmışlık da denebilir. Belirli bir döneme, o günün koşulları içinde mümkün ve mevcut olmayan şeyleri izafe etmek anlamına geliyor. Diyeceğim, bu çerçeve içinde kurmaca da üretecekseniz, meselâ tarihsel romanlar yazacaksanız, tarihsel gerçekçiliği bir nebze gözeteceksiniz; üç aşağı beş yukarı, bilinen ölçü ve koşullar içinde kalmaya özen göstereceksiniz. Öte yandan, tamamen uyduracaksanız dahi, biraz önünü arkasını hazırlayacaksınız masalınızın. Olmadık bir çağa olmadık bir olay yerleştiriyorsanız, bazı ek bağlantılar da icat ve iddia edeceksiniz. Örneğin Nuh’un gemisi nükleer enerjiyle çalıştığını öne sürecekseniz, en azından (a) bu teknolojinin nereden geldiği (uzaydan, Daniken’e Tanrıların Arabaları’yla mı sipariş edilip getirtildiği); (b) nükleer enerjiyle çalışanın tam ne olduğu; (c) sonra bu teknolojinin başına ne geldiği… gibi sorulara da cevap yetiştirmeyi düşüneceksiniz. Tarih öncesi çağlarda Amerika’dan Ortadoğu’ya embryo naklettirecekseniz, Amerika’ya da ona göre bir uygarlık yerleştirecek ve aradaki haberleşmeyi bir şekilde sağlayacaksınız. (Ve belki bu arada, olmayacağını, yürümeyeceğini, böyle palavralardan tümüyle vazgeçmek gerektiğini de öğreneceksiniz — veya öğrenemiyeceksiniz.)
Fakat özetle, “tek atış”la yetinemez; şu vardı, bu vardı diye rastgele sallayıp orada bırakamazsınız. Onun için, demir metalurjisi, nükleer enerji ve embryo (Nuh’un gemisine canlı hayvan çiftlerinin değil, sadece embryolarının yüklenmesi) fasıllarından sonra, şu son üç kalem de öncesizlik ve sonrasızlıkla malûl; tarihin hiçbir sabiti ile eklemlenmeyip tamamen boşlukta duruyor:
İddia: Nuh, gemiye binmeyen oğluyla cep telefonuyla konuştu.
İddia: Oğlunun yerini tesbit etmek için bir insansız hava aracı (İHA) gönderdi.
İddia: Sular çekilmeye başladığında da, en yakın kara parçasını bulmak için gemiden güvercin değil, gene bir İHA havalandırıldı.
Bunların hepsi elektronik ve robotik sorunları; gelişmiş bir elektrik ve elektronik mühendisliğinin varlığına ihtiyaç gösteriyor. Cep telefonu kendi kendine çalışmıyor; İHA’lar kendi kendine havalanıp uçmuyor, fotoğraf çekmiyor, mesaj yollamıyor. Bir dizi teknolojik unsurun bir araya gelmesi lâzım: (i) elektrik üretimi; (ii) radyo ve radar dalgaları; (iii) verici ve alıcılar; (iv) transistörler; (v) baz istasyonları; (vi) minyatür motorlar; (vii) robot kameralar… Ayrıca bunları her biri de sırf âletin veya mekanizmanın yapımı bakımından, metal ve kimya sanayilerinde çok ileri ve karmaşık gelişmelere muhtaç. Bir drone veya İHA’nın sırf “beyni” veya uçuş kontrolörü, GPS antenini, barometrik basınç sensörlerini, pusula sensörlerini, pozisyon sensörlerini, hassas jiroskopları ve hız/lanma sayaçlarını içeriyor. Sadece gövdesi, malzeme biliminin (material science) en son geliştirdiği çok hafif kompozit elyaflardan yapılıyor. Yavuz Örnek’in Noel Baba’ya rica edip Nuh Nebi’ye yılbaşında bir cep telefonu, bir de İHA yollatmasıyla olmuyor yani. Herşeyden geçtim; (a) gemideki elektrik kaynağının ne olduğunu; (b) jeneratör koydularsa, nükleer reaktörün çalıştırdığı türbinlere mi bağlandığını; (c) radyo vericisinin geminin neresine kurulduğunu; (d) bu cep telefonlarından o dönemde Nuh’ta, oğlunda… ve başka kimlerde, toplam kaç tane bulunduğunu; (e) söz konusu cep telefonu hizmetlerini nasıl bir şirket veya şebekenin sunduğunu; (f) Nuh’un cep telefonunda başka hangi numaraların kayıtlı olduğunu; (g) ülke kodu kullanıp kullanmadığını; (h) (Nuh’un kendi oğlunun sığındığı dahil) hiçbir yükselti suların üstünde kalamadığına göre, hangi baz istasyonunun, nasıl çalışmaya devam edebildiğini… öğrenmek için dayanılmaz bir merak duyuyorum doğrusu.
Ah, az kalsın unutuyordum. (i) Nuh’un değilse de oğlunun cep telefonuna Bylock yüklenmiş olabilir mi acaba? FETÖ tarafından mı yanıltılıp gemiye binmemeye ikna edildi? Bunun da mutlaka tahkik edilmesi gerektiği kanısındayım.
* * *
Gelelim, son ve belki en kritik, zira hepsinden ciddi soruya; şu “bizim medeniyetimiz” meselesine. İnternetten tarayıp bulabildiğim kadarıyla, 5 Ocak’taki programda Yavuz Örnek’in kendisine gelen ilk itirazları göğüsleme yöntemleri arasında “Batı medeniyeti de ne ki, biz medeniyette çok daha ileriyiz” demarşı da yer almış (doğrusu herhalde “ileriydik” olmalı). Galiba şöyle demek isteniyor: “Benim dediklerimin olabilirliğini kabul etmek, medeniyetmizin üstünlüğüne inanmakla mümkün. Eğer kabul etmiyorsanız, demek ki siz Batıya tapıyorsunuz, tam bir Batı fetişisti ve taklitçisisiniz, zira Batının ezelî ve ebedî üstünlüğüne inanıyorsunuz.”
Öyle mi acaba; bu, geçerli bir yöntem ve argüman olabilir mi bu tür tartışmalarda? (1) Tarihöncesinde, İÖ 7500-5500 dolaylarında demir metalurjisinin, nükleer enerjinin, embryo naklinin, cep telefonlarının ve İHA’ların olup olmadığı tartışması, özünde bilim tarihine ilişkin kronolojik bir tartışma mı, yani belirli keşif ve icatların sırasına ilişkin bir tartışma mı; yoksa “biz [her kimse(k)] sonuçta bunları Batıdan aldık, çünkü kendimiz yapamazdık” tartışması mı? (2) Tersten söyleyecek olursak; o dönemde, İÖ 7500-5500 arasında bunlar yoktu, mümkün değildi, yapılamazdı dediğimizde, “biz yapamazdık (çünkü bir geri ve aşağılığız)” demiş mi oluyoruz?
(3) İÖ 7500-5500 dolayında “biz” kim/iz? Hangi “biz”den söz ediyoruz — Türklerden mi, Müslümanlardan mı, genel olarak insanlardan mı? Nuh Nebi’yi hangi “biz”e katıyoruz? (4) Ortaçağda, evet, bütün İslâm âlemi değilse de özellikle Ortadoğu’nun klasik İslâm diyarları Hıristiyan Avrupa’ya kıyasla birçok bakımdan daha ileri. İyi de, “bizim” bu “ileri”liğimiz ne kadar gerilere gidiyor acaba? (5) Özel olarak İÖ 7500-5500 arasında, nedir bu “ileri”liğin tezahürleri? Neolitik teknoloji ve tarım dense anlayacağım; evet, Ortadoğu’dan çevreye yayılıyor. Keza, tektanrıcılığın ilk ipuçları dense onu da anlayacağım; o da Ortadoğu’dan yayılacak ve zamanla bütün insanlığa malolacak. İyi de, (şu “biz” meselesini bir kenara koyarsak) Ortadoğu’nun Avrupa’nın en batı ucuna üstünlüğünü, illâ nükleer enerjiye, embryo nakline, İHA’lara ve cep telefonlarına mı bağlamak zorundayım?
Ya da (6) cep telefonlarının ve İHA’ların (güya) Kuran-ı Kerim’de yer alması mı, “bizim medeniyetimiz”in o zaman da Batı’dan (ki Batı da yok aslında) daha ileri olduğunun kanıtını oluşturuyor? Başka bir deyişle, Yavuz Örnek’in Kuran’da varlığını vehmettiği referans, Nuh’un sahip olduğu iddia edilen bütün o teknolojilere Hz. Muhammed’den başlayarak İslâmiyetin de vakıf ve sahip olduğu anlamında mı yorumlanıyor?
Öyleyse durum giderek vahimleşiyor demektir (eğer mümkünse). Zira bakın, artık çok daha yakın tarih çağlarındayız; İÖ 7500-5500’den, İS 6. yüzyıl ve sonrasına gelmiş bulunuyoruz. Gerçek anlamıyla nedeniyet(ler) söz konusu: kentler, devlet ve yazı (konumuz açısından en önemli olan). Hani nerede, bu inanılmaz gelişmenin belgeleri ve sair kanıtları? Önceki yazılarımda da sorduğum gibi, Tufan döneminden sonra ne olmuş, demir işçiliğine, nükleer enerjiye, embryo nakline, İHA’lara ve cep telefonlarına? Bir çözüm, hepsi tufanda yokoldu demek. Ama değilse… Nuh Nebi’den nasıl intikal etmiş olabilirler altı ilâ sekiz bin yıl sonrasına; İslâmiyetin doğuşu dönemine? Nuh ve ailesi gibi, Müslümanlar da nasıl saklamış olabilir bu müthiş sırları başka herkesten? Yoksa İslâm İmparatorluğu da cep telefonları ve İHA’lar sayesinde mi kuruldu? Ya Osmanlı fütuhatı? 1396’da Niğbolu’da Yıldırım Bayezid, kale duvarlarının dibine gelip “Doğan… Bre Doğan” diye bağırdı mı, yoksa otağında cep telefonunu çıkarıp kale komutanının numarasını mı tuşladı? 1453’te II. Mehmet, İHA’lar sayesinde mi keşfetti Kerkoporta’nın açık kaldığını? 1526’da Mohaç’ta Süleyman, gene İHA’larla mı ölçtü Macar zırhlı şövalye saflarının derinliğini? Ya da 1683’te Viyana önlerinde, en son Belgrad’daki baz istasyonunun kapsama alanının dışına çıkmaları Merzifonlu’nun cep telefonu haberleşmesini kesintiye uğratmışken, bir de İHA’lar bozuldu için mi göremediler, Jan Sobieski’nin gelişini? Kahlenberg bozgununa bu teknolojik aksama mı yol açtı?
* * *
Bunları ısrar ve inatla soruyorum, popüler kültürümüzde tarihin yeri bakımından vahim bir noktada olduğumuzu düşündüğüm için. Bir zamanlar (1930’larda) Türk Tarih Tezi ve devley aydını amatörleri vardı, bilim ile sahte bilim arasındaki sınırı bulandıran. Şimdi ise “biz mi, Batı medeniyeti mi” dendiğinde akan suların duracağını zanneden başka bazı amatörlük ve hamaset örneklerince kuşatılıyoruz.