[29-30 Eylül 2016] Bir tür “devrim sonrası durum” benzetmesini sürdürüyorum. Elbette tam uymuyor. Ama kılı kırık yarmayalım; kastımın ne olduğu hayli açık: çok büyük bir zafer sonrası, eskiyi temizlemek açısından kazanan tarafın eline geçen benzersiz olanaklar. Kafamdaki soru, bunların nasıl, hangi ruh ve perspektifle kullanılacağı; uygulamaya (hedefi çok genişleten) “dar” bir çizginin mi, (hedefi olabildiğince daraltan) daha “geniş” bir çizginin mi damgasını vuracağı. (Söz konusu temel kavramlar için bkz “Çizgi” nedir? “Dar” ve “geniş” çizgiler neye yarar?, 30 Ocak; Aydınlar ve dar çizgiciler, 6 Şubat; Savunulamaz olanı savunmaya kalkmamak, 6 Mart; Antagonistleşmemek, fraksiyonlaşmamak, 11 Mart 2016.)
Geçen sefer (yani 25 Eylül tarihli son yazımda), bu fikri kovalarken bir yan yola girmiştim: Tam bir “dar çizgi” örneği olarak, AK Parti’yi gerisin geri ulusalcılıkla ittifaka çekme (bu arada, İslâmî kesimin demokrasi dâvâsında hep en önemli müttefiki olagelmiş liberalizmi ve liberal kesimleri de Batı kuyrukçuluğuna indirgeyip kötüleme) çabaları. Bu meseleye ilk Alper Görmüş’ün dikkat çektiğini kaydetmiştim (Kemalist subaylar sahnede: Bit pazarına nur yağıyor, 7 Eylül ve Bir “rüzgâr eken fırtına biçer” hikâyesi, 19 Eylül). Son günlerde, örneğin Yeni Şafak gazetesinde iyice tuhaf şeyler olmaya başladı. Bir yandan Ali Bayramoğlu gibi gerçek bir demokrat ve özgürlükçü, benim “hedef büyütücü dar çizgicilik” diye tarif edebileceğim (Ahmet ve Mehmet Altan’ın tutuklanması gibi) uygulamalara yönelik eleştirileri FETÖ avukatlığıyla bir tutularak tasfiye edildi. Diğer yandan, eski JİTEM’ci, yeni Vatan Partili emekli albay Hasan Atilla Uğur’un “ikinci darbe geliyor” ve “İngiltere Türkiye’yi işgal edecek” gibi zırva iddiaları her nasılsa değerli bulunup manşetlere çıkarıldı. Bu çelişki, Oral Çalışlar (Şahidi JİTEM’ci olanın, 27/28 Eylül ve JİTEM’cilerin merhemi olsa, 28/29 Eylül) ile Berat Özipek’in de son yazılarına konu oldu (Gelecek ay darbe olur mu, 29 Eylül 2016). Kanımca hepsi, AKP önderliğinin dikkate alması gereken uyarıları içeriyor.
Her neyse; şimdi oradan çıkıp esas mecrama, yani bu son olayları da çerçeveleyen büyük teorik soruna geri dönüyorum. Öyle veya böyle, peşinen kabul ederim ki ordunun, polisin ve jandarmanın, sonra yargının, sivil bürokrasinin ve özellikle de eğitimin tepeden tırnağa yenilenmesi lâzım, dolayısıyla kapsamlı tasfiyeler de şu veya bu şekilde zorunlu. Prensip olarak zorunlu; ama bu, böyle her bir somut adımın haklı ve doğru olduğu anlamına gelemez. Tabii aynı şekilde, haksız ve yanlış olduğu anlamına da. OHAL haksız, bütün uygulamalar keyfi — hayır. Ama burada beni, daha çok, 2002’den beri devirmeciliğe karşı demokratik meşruiyetçilik adına (ve bütün iniş çıkışlarıyla birlikte) desteklemeye devam ettiğim, son olarak da 15 Temmuz darbe girişimine karşı topyekûn desteklediğim hükümetin icraatı ilgilendiriyor. Tekrar vurgulayayım; hiç birine kestirmeden karşı çıkabilecek durumda değilim, bu uzaklaştırma veya işten çıkarmaların. Çünkü bilmiyorum; böyle bir mikro bilgim yok. Ama bazı endişeler taşıyorum. “Eh, olacak artık” demek çok kolay: “Aşırılık devrimlerin tabiatında vardır; kurunun yanında yaş da yanar ister istemez.” O kadarını biz de biliyoruz, Ama bunu bir gözlem olarak söylemek başka, normatif bir savunmaya dönüştürüp her bir somut endişenin karşısına dikmek gene başka. Kendi payıma, örneğin güneydoğudaki okullarda (hem de yıllardır) çalışan 11,000 küsur Kürt öğretmenin şimdi, OHAL yetkilerine dayanarak kapı dışarı edilmesini; keza, 1128’ler bildirisinde imzası olan bazı akademiklerin, gene aylar sonra, fırsat bu fırsat dercesine bazı üniversitelerce işten çıkarılmasını asla anlayamıyor, hiçbir “doğal aşırılık” teorisinin kılıfına sığdıramıyorum.
Peki, ne yapabilirim? Rastgele bütün a priori hükümet karşıtı protesto bildirilerine imza atmayacağıma; buna karşılık işi gücü bırakıp bütün bu dâvâ dosyalarının uzmanı da kesilemiyeceğime göre, genel bazı dersler üzerinde durabilirim belki. Bir tarihçi olarak, bu tür büyük iktidar konsantrasyonu durumlarında görülebilecek iyi veya kötü uygulamalara tarihten örnekler sunabilirim.
* * *
İzmir’de geçen çocukluğumda ve ilk gençliğimde, ortaokulu bitirip lise için İstanbul’a, Robert Koleje gidinceye kadar, ne kadar meraklıydım Amerikan İç Savaşı’na! Atatürk heykelinin tam karşısında, Cumhuriyet Meydanı’nın Pasaport’un karşısındaki kenarında otururduk. Kordon’a çıkıp deniz kenarından Alsancak yönünde 100-150 metre yürüdüğünüzde, İzmir Palas’tan hemen önce Amerikan Kütüphanesi’ne gelirdiniz. Yedi yaşımda başladığım İngilizcem biraz geliştiğinde, babam hemen götürüp üye yaptıydı. Bulunmaz, inanılmaz bir hazineydi. Ne kadar şanslıydım. Düşünün; beş dakika mesafede, hiçbir şekilde evinize alamıyacağınız, o zamanki mütevazi koşullarımızın on misli, yüz misli geliriniz de olsa alamıyacağınız raflar ve raflar dolusu kitap (Life, Time ve Newsweek’leri, sonra doğa tasvirleri ve avcılık-balıkçılık hikâyeleri yüzünden tiryakisi kesildiğim Field & Stream gibi dergileri de unutmayalım).
Kartımı damgalatıp eve ödünç getirdiklerim bir yana, 1954-61 arasında kimbilir kaç bin saat geçirmişimdir, o kışın kaloriferli yazın klimalı okuma salonlarında. Ama 19. yüzyıl Amerikan tarihine nasıl ve nereden dadandım, hatırlamıyorum. Daha doğrusu, bir fikrim var da, pek hoşuma gitmiyor hatırlamak. Babamın olmadık bazı teorik katılıkları vardı. Marksist ve dolayısıyla (1950’lerin Soğuk Savaş ortamında) prensip olarak barışçı, savaş aleyhtarıydı ya. Bunu savaşla ilgili hiçbir şey okumamaya kadar vardırırdı. Üstelik, benim de savaş tarihi ve edebiyatına ilgi duymama kızar, yasaklamasa da epey homurdanırdı. Dolayısıyla bu açıdan, son tahlilde köleliğin ilgası mücadelesinden kaynaklanan Amerikan İç Savaşı, babamın da çok sevdiği Abraham Lincoln’un meşruiyet kazandırdığı iyi bir orta yoldu. Tek bir örnek vermek gerekirse, hem Gettysburg muharebesini okudum, hem Lincoln’un Gettysburg Nutku’nu. Biraz genişletirsek, hem Kuzeyli ve Güneyli bütün generalleri (bir yanda Grant, Sherman ve Sheridan’ları, diğer yanda Lee, Longstreet ve Stonewall Jackson’ları) okuyup öğrendim, hem de meselâ Walt Whitman’ın (O Captain! My Captain! ya da When Lilacs Last in the Dooryard Bloom’d gibi) Lincoln şiirlerini, hattâ Carl Sandburg’un altı ciltlik Lincoln biyografisini (The Prairie Years, iki cilt, 1926; The War Years, dört cilt, 1940). 13-14 yaşında ne anladın ki, diye sormayın sakın. Bir şeyler anlamışım ki hiç unutmadım.
* * *
İç Savaş deyip de geçmeyin. Tâ Birinci Dünya Savaşı’na kadar, gördüğü en büyük, en kanlı savaştı dünyanın. 1861 Ocak başında, ABD federal yapısı içinde 34 eyaleti (state) kapsıyordu. Bunlardan, kölelik yanlısı 11 Güney eyaleti, şeklen “eyalet hakları”nın dokunulmazlığı uğruna ayrılma kararı aldı ve (başka hiçbir ülkenin tanımadığı) Amerika Konfedere Devletleri’ni oluşturdu. Diğer 23 eyalet ise (köleliğin yasal olduğu bazı eyaletler dahil) Birlik (the Union) veya Kuzey (the North) saflarında toplandı. Kamadan (veya kuyruktan) yükleme top ve tüfekleri, seri atış yapabilen karabinaları, zırhlı savaş gemileri, demiryolları ve telgraf hatlarıyla, tarihin ilk gerçek endüstriyel çatışması patlak verdi. Dört yıl sonra bittiğinde, geride (son araştırmalara göre) iki taraftan 750,000 kadar ölü bıraktı. Buna karşılık ABD’nin Birinci (116,516) ve İkinci (405,399) Dünya Savaşlarındaki toplam can kaybı ancak 522,000 olarak hesaplanıyor.
Özetle, çok cetin geçti ve özellikle Kuzey’de, büyük acılarla birlikte yoğun intikam duygularına da yol açtı. Lincoln hariç. Zaferin keyfi değil, başka bir şeydi yaşadığı. Olanca kölelik karşıtlığıyla birlikte, son âna kadar Birlik fikrini herşeyin üstünde tutmuş ve savaşa giden-götüren taraf olmak istememişti aslında. Her iki tarafın da Amerikalı olduğunu; bütün bir milletin bölündüğünü ve şimdi tekrar birleştirmek gerekeceğini hiç unutmamıştı. Nasıl bitecek? Nasıl barışacağız? 1864 sonları ve 1865 başlarında söyleyip yaptığı her şey bu arayış ve anlayışa uygundu. İkinci başkanlık dönemi için yemin ederken, 4 Mart 1865 günkü törende yaptığı konuşmanın (Second Inaugural Address) büyük bölümünü, savaşa sürükleniş sürecini bir kere daha ve kederle anlatmaya hasrettikten sonra, sözlerini şu unutulmaz paragrafla tamamladı: “Kimseye kin değil, herkese şefkat ve merhamet duyarak, Tanrının doğruyu görmemizi sağladığı kadarıyla doğruluktan ayrılmayarak, başladığımızı işi bitirmeye çalışalım; ulusun yaralarını sarmak, savaşı omuzlamış olana, dul karısına ve yetim bıraktığı çocuğuna bakmak, kendi aramızda ve başka bütün uluslarla âdil ve kalıcı bir barış yapıp yaşatmak için elimizden geleni ardımıza koymayalım” (With malice toward none, with charity for all, with firmness in the right as God gives us to see the right, let us strive on to finish the work we are in, to bind up the nation's wounds, to care for him who shall have borne the battle and for his widow and his orphan, to do all which may achieve and cherish a just and lasting peace among ourselves and with all nations).
Kimseye kin değil, herkese şefkat ve merhamet duyarak (With malice toward none, with charity for all). Abraham Lincoln bu cümleyi sarfettiğinde, Kuzey ordularının Konfederasyon’un başkenti Richmond’un kilidi demek olan Petersburg etrafındaki çemberi giderek daralmaktaydı. Nitekim üç hafta sonra, 25 Mart’ta son darbeler geldi; General Lee’in savunma hattı hem sağ kanadından çevrildi, hem merkeze yakın bir noktadan yarıldı ve Lee, mevzilerini terkedip hayli küçülmüş ordusuyla batıya doğru kaçmak zorunda kaldı. Amansız bir takibe uğradı, yolu kesildi ve 9 Nisan 1865 günü Appomattox Mahkeme Binası çevresinde her taraftan kuşatıldığını görünce, Kuzey orduları başkomutanı General Grant’e teslim olmaktan başka çare bulamadı.
Kendisine çok ama çok cömert koşullar sunuldu. Lee’nin Petersburg ve Richmond’u terketmesinin ardından, nehir yoluyla bizzat Başkan Lincoln gelmişti Kuzey karargâhı yakınlarına. 28 Mart 1865 sabahı, buharlı, arkadan çarklı River Queen nehir gemisinin salonlarından birinde, iki general ve bir amiral cumhurbaşkanıyla buluştu. Yukarıya başlık resmi olarak aldığım 1868 tarihli yağlıboya tablo, bu tarihî görüşmeyi yansıtıyor (soldan sağa, konuşmakta olan General Sherman, kanepede başkomutan General Grant, dikkatle dinleyen Abraham Lincoln, en sağda nehir filosu komutanı Amiral Porter). Sherman’ın sonradan yazdıklarına göre, toplantının en çarpıcı yanı, Lincoln’ın âdetâ “koşullar ne olursa olsun” bir an evvel barış noktasındaki ısrarıydı. Porter ise kendi anılarında, Lincoln’ın “bu insanlar Birliğe bağlılık noktasına döndükleri ve yasalara uymayı kabul ettikleri takdirde” bırakalım gitsinler dediğini, bütün isteğinin bu olduğunu kaydediyordu.
Öyle de oldu gerçekten. Grant daha 8 Nisan’da Lee’ye gönderdiği mesajda, Lincoln’ın önerisi doğrultusunda olabildiğince hafif şartlar sıralamıştı. 9 Nisan öğleden sonra saat 3 sularında hepsini aynen tekrarladı: Bütün subay ve erlerin listesi iki nüsha olarak çıkarılacak. Subaylar bir daha ABD Hükümetine karşı silâha sarılmayacaklarına şahsen yemin edecek. Her bölük ve alay komutanı da aynı yemini askerleri adına tekrarlayacak. Top ve tüfekler ile devlet malı olan başka her şey muntazaman istif ve teslim edilecek. Subayların kişisel tabancaları, binek atları ve eşyası bunun dışında tutulacak. Bu işlemler tamamlandığında, bütün subay ve erler evlerine dönebilecek. Erler dahi ilkbaharda tarlalarını sürüp ekebilsinler diye at ve katırlarını alıp götürebilecek. Ek olarak, Lee’nin aç bilâç ordusuna yiyecek tayınları dağıtılacak. Özetle, hiç kimse tutuklanmayacak, hapse atılmayacak, vatana ihanetle suçlanmayacak. Yeminlerine ve yürürlükteki yasalara bağlı kaldıkları sürece, ABD yetkililerince hiçbir şekilde rahatsız edilmeyecek, herhangi bir kovuşturmaya uğramayacak.
Çizilen çerçeve öyleydi ki, klasik subay disiplini (ve Güneyli aristokrat rezervi) içinde duygularını göstermemeye alışık olan General Lee dahi, bu koşulların askerlerini çok mutlu edeceğini ve ülkeyi tekrar birleştirmeye olumlu katkısı olacağını söylemekten kendini alamadı.
* * *
Şimdi bütün bunları neden yazdım? Mekanik bir şekilde taklit edilmesini önerdiğimden mi? Güney ile Kuzeyin birbirinden net olarak ayrışmış iki kamp oluşturması ile FETÖ’nün kendini gizleyerek devletin her köşesine sızmışlığını (ve üstelik hiçbir nedamet belirtisi göstermemesini) birbirine karıştırdığımdan mı? Bu koşullarda bile ve hattâ şimdiden, topyekûn bir af ve bağışlama politikası uygulanabileceğini sandığımdan mı?
Şüphesiz hayır. Tarihsel bağlamlar elbette çok değişik. Türkiye örneğinde, darbecilere ve mevkiini-görevini kötüye kullanarak suç işlediği tesbit edilen herkese karşı, hatırı sayılır bir cezalandırma kaçınılmaz. Mutlak surette gerekli. Ama bütün bu farklarla birlikte, bu cezalandırmaya ve sonrasına hangi ruhla yaklaşılacağı açısından, Lincoln’ın sonsuza dek kin gütmeyen, intikam peşinde koşmayan bilgeliği ve cömertliği de çok önemli. Aynen bir başka dönemeçte Mustafa Kemal’in yaptığı gibi. Artık onu da gelecek yazımda ele alacağım.