Ana SayfaYazarlarTartışmak zamanı

Tartışmak zamanı

Gerçekten stratejik önemi olan bir seçimdi. Tam da öneminin hakkını veren stratejik sonuçlar yaratacak bir güç tablosuna yol açtı. Henüz dumanı üstünde ve sanırım siyasi hayatımıza olabilecek etki potansiyelini tam kavrayabilme şansına sahip değiliz. Taşları kökünden oynatan bir depremin içinde olduğumuzu sezebiliyoruz ancak.

 

Öyle “13 yılın yorgunluğu”, “birinci parti olmak” gibi hafifletici yorumlarla söze başlamanın ciddiye alınacağı bir sonuç değil bu.

 

Öncelikle Erdoğan’ın ilk seçim yenilgisi. Siyasi sahnenin en baskın aktörü olarak gündemi belirleyen, toplumla doğrudan ilişki kuran, politik söylemi inşa eden oydu. Vahap Coşkun’un yazdığı gibi, başarı ve başarısızlıkta faturanın adil adresi Erdoğan’ın dışında aranamaz. Sadece Cumhurbaşkanı olduktan sonra yaptıklarından söz etmiyorum. Şeffaflık yasası, Hakan Fidan’ın adaylığı, faiz tartışması, yolsuzlukla suçlanan bakanlar sorunu, Dolmabahçe mutabakatı gibi bir dizi konudaki açık müdahaleleri işin bir yanı yalnızca. Bu yenilgiyi hakkıyla okuyabilmek için sanırım daha derinlere doğru kazılar yapmamız gerekecek.

 

Daha önce tartışmaya çalıştığım (AKP gerçeği ve Erdoğan’ın liderliği üzerine düşünceler 11.3.2015) çerçeveden ilerlemenin faydalı olabileceğini düşünüyorum. O yazıda, AKP’nin seçmen sosyolojisinin çok katmanlı yapısına işaret etmiş, çeşitli örnekler üzerinden Erdoğan çizgisine karşı oluşabilecek itirazlara dikkat çekmeye çalışmıştım. Muhafazakâr kesimleri bir araya getiren “tehdit yapıştırıcısının” zayıflamasının “bükülmez irade”, “tek karar verici” ihtiyacını geriye itebileceğinden; izlenen tutumlardan doğan şikâyetleri öne çıkartabileceğinden söz etmiştim. Yolsuzluk iddialarından, Cumhurbaşkanlığı sarayına, Faiz tartışmasından Batı ile ilişkileri geren Ortadoğu politikalarına kadar birçok alanda olumsuz tortular biriktiğine ilişkin kuşkularımı dile getirmiştim.

 

İktidar yoğunlaşması ve yabancılaşma

 

Tek tek sayılabilecek bu olayların kendileri büyük sorun teşkil etmeyebilirdi. Bu eleştirilerin asıl odak noktası şuydu: Toplumsal sezgi, olaylardan duyduğu rahatsızlığın siyaset sahnesine yansıtılamadığını hissetti. “Bükülmez iradenin” sadece eski düzen güçlerine karşı değil, kendi içinden gelebilecek etkilere de kapalı olmak anlamına geldiğini düşünmeye başladı. İnsanlar destekledikleri hareketlerin benimsemedikleri kimi tutumlarını tolare edebilirler. Fakat iradenizin giderek hükmü kalmadığına; gidişin, eleştirilerinizin kalıcı olarak etkisizleşeceği yönünde olduğuna inanırsanız, bunun kendisi başlı başına sorun olmaya başlar. Temsil krizi baş gösterir.

 

Erdoğan’ın bütün ağırlığıyla yüklendiği “başkanlık” talebi hiç şüphe yok ki belli bir muhafazakâr kesimde bu kodlar üzerinden anlamlandırıldı. Ve anlaşıldı ki, bu kesim AKP’nin iktidarını engelleyebilecek kadar bir hacme sahiptir. Bu büyük bir tecrübedir kanımca. Muhafazakâr sosyoloji üzerine yürütülen dar kafalı “biat kültürü” spekülasyonlarını boşa çıkartmıştır. Demokrasi açısından umut verici bir tespit olarak bunu bir yana kaydedelim.

 

Misyonlar ve gerçekler

 

Bunun kadar önemli bir başka konuyu daha tartışmamız gerekir kanımca. Türkiye’de muhafazakâr sosyoloji,  “mazlum İslam dünyasının hamisi” rolünü kayıtsız şartsız taşıyacak bir sosyoloji değil. Bu tür ideolojik yoğunluğu olan çağrılara bütün gövdesiyle cevap verebilecek bir türdeşlik barındırmıyor. Kentlileşen, modernleşen, (Etyen Mahçupyan’ın sık sık dikkat çektiği gibi) melezleşen, çok katmanlı bir dokusu var. Elbette özgüvenini kaybetmiş bir toplumda bu tür manevi misyonların heyecanlandırıcı etkileri oluyor. Fakat bu misyonların davet ettiği risklere karşı da kuvvetli pragmatik sensörler harekete geçebiliyor.

 

Arap ayaklanmalarının yönü iyice belli olduktan ve 17-25 Aralık girişimi yaşandıktan sonra; yerel seçim galibiyetiyle birlikte Ortadoğu politikası ve Batı ile ilişkilerde yeni ayarlar yapılabilirdi. Ancak hiç öyle olmadı. Bir önceki dönemin beklentileri üzerine kurulmuş katı politika sürdürüldü. Sanırım iç politikada da bu sert söylemden fayda umuldu. Fakat tam tersine bu, çekirdek seçmene doğru daralmayı engellemediği gibi, sanıyorum sonuçlarda rol oynadı. Türkiye’yi dönüştürmek gibi büyük iddialar taşıyan bir hareketin seküler sosyolojiye de açılabilmesi gerekirken, bu tür yoğun ideolojik vurgularla kendi tabanında bile kayba uğraması alınacak ikinci büyük derstir. Erdoğan’ın, seçim sonuçlarını bu mercekten de okumasında yarar var kanısındayım.

 

Muhafazakârlığa ağır basan etnisite

 

Bir başka yaşamsal konu Kürt sorunudur. HDP’nin bu seçimlerin tek büyük galibi olduğunu söyleyebiliriz.

 

Kürt hareketinin parlamentoda güçlü biçimde temsili, siyasetin legal kanallara yönelmesi ve demokratikleşme açısından olumludur. Bu beklentilerin gerçekleşmesi ise kuşkusuz Kürt siyasetinin rotasına bağlı olacaktır.

 

Öte yandan dikkat çekmek istediğim bir nokta var; çoğunluğun algısına yerleşen “partinin Türkiyelileşmesi” kavramının gözümüzden kaçmasına yol açabilecek bir gerçek oluştu: HDP, tarihinde olmadığı kadar bir “Kürt partisi”ne dönüştü. Kürt bölgesinde neredeyse rakipsiz bir temsil gücü kazandı. Yıllardır uzayıp giden isyanın hiçbir döneminde Kürt sosyolojisi içinde böyle bir siyasi bütünleşme gerçekleşmemişti.

 

AKP, üzerinde etkili olduğu muhafazakâr Kürt nüfusla bölgede bütünleştirici bir denge rolünü elinde tutabiliyordu. Küresel yerel bütün aktörler siyasi hesaplarını bu gerçek üzerinden yapıyorlardı. AKP, muhafazakâr kimlik üzerinden Türk ve Kürtlerin bir kısmını birleştirebilme yeteneğini önemli ölçüde kaybederken, Kürt siyaseti etnik kimlik üzerinden muhafazakâr ve seküler Kürtleri birleştirme başarısı gösterdi. Bu gerçekten çok önemli ve çok yeni bir durum.

 

Kanımca her iki tarafın da sorumluluğunu arttırıyor. Kurulacak hükümetlerin, Kürt taleplerini ve onun siyasi temsilcisini muhatap almama, sürüncemede bırakma, bastırmaya çalışma gibi tutumlar izlemesi artık çok zor. Kürt siyasetçilerin ise bir bütün olarak Türkiye dengelerini hesap etmeyen,  gerçekçilikten uzaklaşarak koşulları aşırı zorlayan politikalar dayatması yıkıma yol açabilir.

 

Kürt dünyasında politik gücün bu yeniden dağılımında ise Erdoğan politikalarının kuşkusuz birinci dereceden rolü var. Kanımca “büyük kırılma” Kobani kuşatmasında oldu. Erdoğan’ın o kriz sırasındaki öncelikleri yanlıştı. Suriye’de oluşan otonom Kürt bölgesini öncelikli tehdit olarak algıladı. PYD’ye kendi şartlarını dayatarak ve olmayınca yalnız bırakarak, İŞID saldırısından kaçan Kürt nüfusa kucak açmanın krize en uygun cevap olduğunu düşündü. Yanıldı. Hiçbir uyarıya kulak asmadı. Türkiye Kürtleri ve PKK tasavvurunda Kobani’nin işgal ettiği maddi manevi değeri önemsemedi. Türkiye Kürtleri, Kobani’yi, öz yurtlarını savunma ve ilk kez bir bölgede egemen olma duygusuyla sahiplenmişlerdi. Erdoğan’ın tutumunu kendilerini IŞİD’e boğdurma girişimi olarak okudular ve bu, Erdoğan’ın en iddialı olduğu konuda; “ahlaki üstünlük” alanında Kürtlerin gözünde telafi edilemez kayba uğramasına yol açtı. ABD’nin PYD’yi IŞİD’e karşı silahlandırmasına da açıkça karşı çıktıktan sonra; şimdi, “tezkereyi desteklemediler”, “Peşmerge’yi bile istemediler”, “Peşmerge’ye koridor açtık” gibi açıklamaların politik açıdan hiçbir hükmü olmadığını, izlenen politikanın yanlış yerden kurulduğunu açıkça görebiliyoruz. Kobani’yi bastıracağım derken Türkiye Kürt’lerini kaybetmenin “iyi politik yönetim” olduğunu kim söyleyebilir?

 

Dolmabahçe bildirisine müdahale, Kürt sorunu yoktur sözleri, milliyetçi söylem ise bunun üzerine tuz biber olmuştur ancak.

 

Bunların yanında hafif kalan, hiçbir biçimde savunulamayacak yüzde 10 barajının kaldırılmamasını da hatırlatalım. Haksız milletvekilliklerine yol açan, hiçbir ahlaki zemini bulunmayan bu politika da göz göre göre döndü AKP’yi vurdu.

 

Tanrı değil insan

 

Seçimler, bütün bunlarla birlikte, bu saydıklarımın üstünde yükselen bir başka gerçeği daha gösterdi. Bir siyasi hareket giderek bütün varlığını lider kültü üzerine kurmaya yönelmişse;  yetenekleri ne olursa olsun liderin de, eleştirilemez, tartışılamaz, yanılmaz bir tanrı olmadığını unutmaya başlamışsa kendisine en büyük kötülüğü yapıyor demektir.

 

Halil Berktay’ın son yazısında yer alan sözlerinden tereddütsüz katıldığım bir pasajı aktarayım: "Belki de en önemli mesele de şu: AKP’nin… her yaptıklarını ve hele Erdoğan’ın her yaptığını alkışlayanları değil, ciddi eleştiride bulunanları dinlemeye ihtiyacı, hem de çok ihtiyacı var”…

Ve Taraf gazetesinden topluca ayrılıp bu okuduğunuz siteyi oluştururken 17.11.2013 tarihinde yazdığım ilk yazının başlığıyla bitireyim:

“Erdoğan da eleştirilir, çok da iyi olur”…

- Advertisment -