Ana SayfaYazarlarTekrar AB yoluna giriyor muyuz?

Tekrar AB yoluna giriyor muyuz?

 

Televizyon programlarında sık konuşulan konuların yanına Avrupa Birliği yeniden eklendi.

 

ABD politikaları karşısında bunalan, çıkış yolu bulmakta zorlanan, zayıf seçenekleri anlamsız macera olarak görenler, dönüp dolaşıp lâfı AB’yle ilişkilere getirmeye başladı.

 

AB’de Türkiye için mutlu sonu imkânsız görenler, farklı ortaklık biçimlerine ve Avrupa Konseyine dikkat çeker oldu

Siyasi ve iktisadi sıkışma, “Türkiye’nin yönü ne olmalı?” arayışlarında ibrenin AB’ye doğru dönmesine yol açtı.

 

AB’yi ve demokrasiyi birlikte unuttuk

 

AB’yi unuttuğumuz yıllar aynı zamanda demokrasiyi de unuttuğumuz yıllar oldu.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi olduğunda, toplumun çoğunluğu zaaflarına rağmen mevcut demokrasiyi savunmakta tereddüt etmedi ama iktidar “beka”  diyerek Türkiye’yi daha da otoriterleştirdi.

 

Parlamenter sistemde işler hızlı yürümüyor; kalkınmayı ve istikrarı yok eden koalisyonlara mahkûm oluyoruz… denilerek, gayri resmi bir koalisyonla, demokrasinin olmazsa olmaz ilkesi güçler ayrılığını bir kenara itip, olağanüstü merkezileşmiş bir başkanlık rejimine bu şartlarda geçtik.

 

Donald Trump başkan olduktan sonra ABD-Türkiye ilişkilerinin bölge politikaları, S-400 füzeleri, F-35’ler, NATO ve ticaret bazında iyice gerilmesi de yine bu döneme denk geldi.

Irak’ta, Suriye’de ve Filistin’de anlaşmak zaten mümkün olmuyordu.

 

Reza Zarrab, Hakan Atilla ve Halkbank dâvâları, Fetullah Gülen’in iadesi meselesi, Rahip Brunson ve tutuklu elçilik çalışanlarının serbest bırakılması tartışmalarının olağanüstü gerilimli seyrini bu dönemde yaşadık.

 

İçeride otoriterleşmenin zirve yaptığına şahit olduk. Farklı düşünenler iktidar ve çevresi tarafından  “hain ve işbirlikçi” ilân edildi. Saçmasapan dâvâlarla insanlar aylar boyu özgürlüklerinden mahrum edildi. Gazeteciler, aydınlar, akademisyenler, sivil toplum aktivistleri, milletvekilleri ve siyasi parti mensupları akıl almaz ithamlarla karşı karşıya kaldı.

 

Kanlı darbe girişimine karşı açılan haklı dâvâlarda bile, işleri çığırından çıkaran, haklı haksız ayrımı yapmadan önüne geleni tutuklayan, işinden gücünden eden hukuk dışı sorumsuzluklar sergilendi.

 

Muhalefet partileri duymazdan gelindi; etkisiz kalmaları için başkanları, milletvekilleri, belediyeleri ve yöneticileri dahil birçok şeye dokunuldu.

 

Sanki gerçekten böyle bir alternatif varmış gibi, Türkiye’nin tarihsel yönelimi ve tercihini değiştirebileceği algısı yaratıldı.

 

Rejim değişikliği Türkiye’nin önünü açtı mı?

 

Başkanlık rejimine geçişle beraber TBMM ve partiler anayasal fonksiyonlarından çok şey kaybetti. Bu, ülkeyi demokratik gelenekten daha da uzaklara savurdu.

 

Yeni rejimde başkanın hem Meclisteki çoğunluk partisinin de başkanı olmasını, hem de yapılan son iç tüzük değişikliğiyle TBMM’de muhalefet partilerinin söz alma imkanlarının iyice kısıtlandığını dikkate aldığımızda, gelinen noktanın demokrasi kriterleri bakımından yeni sorunlar yarattığı görülüyor.

 

Ülke demokrasisi ve siyasetinin Kâbesinin TBMM olduğu yıllar geride kaldı. Şimdi denge ve denetim fonksiyonları kalmamış,  teknik ve hukuki nitelikli bir takım çalışmaların kâh komisyonlarda, kâh genel kurulda sürdürüldüğü bir kuruma dönüşmüş durumda. Siyasi ağırlığını ve merkez olma vasfını yitiren bir kurumun bu noktaya gelmesi kimse için sürpriz olmamalı.

 

Her şeyin daha iyi olacağı vaadiyle yola çıkanların iktidarında, siyaseten otoriterleşme ve hızla demokrasiden uzaklaşmayı yaşıyoruz. Muhalif olmak, potansiyel hain olmak olarak görüldüğünden,  aykırı düşünceler sorumsuzca yaftalandığından, insan hakları ve medya özgürlüğü güvenlikçi zihniyet nedeniyle risk olarak algılandığından, siyasal çoğulculuk ayak bağı olarak anlaşıldığından, iktidarın dümen suyunda bir yargı düzeni istendiğinden, vatandaşlar arasında enikonu ayrımcılık olağan görüldüğünden, muhalif partiler ve farklı düşünen yurttaşlar açısından zor bir dönemden geçiliyor.   

 

Türkiye gibi, inanç, etnisite ve kültür alanlarında tarihinden muazzam bir çoğulculuk mirası devralan bir ülke, mevcut iktidarın onca demokratik reform vaadinden sonra, taşra milliyetçiliğinin ve hiçbir gelecek vaat etmeyen bir siyasal İslamcılığın dar dünyasına mahkûm edildi.

 

“Dolar zıpladı diye bu hale geldik” denebilir mi?

 

Ve işte döviz kuru atakları bu koşullarda geldi. Ataklar dışarıdan mıydı, içeriden miydi, yoksa bizi çökertme amaçlı operasyonlar mı söz konusuydu; bütün bunlar bahsi diğerdi. İçeride bu halde olduğumuzun farkına varılmalıydı. “Yerli ve milli” söyleminin pek bir şeye yetmediği ve dertlere deva olamadığı ortadaydı.

 

ABD’nin aşağılayıcı ve zora sokan hamleleri de bu şartlarda kendini gösterdi.

Enflasyon bu siyasal iklimden beslendi ve önü arkası hesap edilmemiş savruk bir ekonomik politikanın tıkanmasından dolayı fırladı.

Dolar zıpladı, kötü giden işler iyice içinden çıkılmaz hale geldi.

Neyse ki, ABD’nin hoyrat emperyal politikasından rahatsız olan yalnız biz değildik.

AB, Rusya, Çin, İran, İngiltere derken, çok sayıda ülke sesini yükseltti.

 

Bu arada, kendileri de ABD’nin küresel ölçekli politikalarından muzdarip olan başta Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin, Trump’ın Türkiye’ye karşı kullandığı hasmane dil ve uygulamaları eleştirip bir nevi destek çıkmaları, bizdeki otoriterleşme yönünde doludizgin giden havanın değişmesi ihtimalini doğurdu.  

     

Özellikle AB ve Avrupa Konseyi’yle ilişkileri yeniden ısıtma amacı sezilen karşılıklı açıklamalar birbirini izledi. Görüşmeler, telefonlaşmalar ve ortak toplantı tasarımları başladı.

Halbuki AB’nin adı sanı unutulmuştu.

 

Avrupa Birliğini hatırlamak

 

AB, aslında Türkiye için bir demokrasi pusulası gibiydi. Ekonomi piyasalarının diliyle konuşacak olursak, Türkiye’nin bu birliğe katılım süreci çok önemli bir çıpaydı. Müzakerelerin bir biçimde devam etmesi, ülkeyi dünyada dolaşan paranın ilgi alanına sokuyordu. Kopenhag Kriterleri diye bilinen, demokrasi ve insan hakları alanındaki temel değer ve uygulamalara sadakat ile, söz konusu paranın Türkiye’ye akışı arasında bir paralellik söz konusuydu.

Allahın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok!

 

Avrasya’ya, Asya’ya dönük abartılı değerlendirmeler ve döviz arayışları anlamlı bir sonuç vermedi. Katar’dan gelecek 15 milyar dolar da, zaten ağır borç yükü altındaki Türkiye’nin derdine yeterli çare olamaz.

 

ABD ile siyasal ilişkilerin gerilmesi ve kur krizi, iktidarın gözünde AB’yi kıymete bindirmişe benziyor. Bunun için yıllardır uykuya yatırılmış olan süreç “canlandırılmaya,” raflara kaldırılmış reform konuları yeniden gündeme sokulmaya çalışılıyor.

 

AB Reform Eylem Grubu (REG), yeni rejim kabinesinin dört önemli bakanıyla işte bu aşamada yeniden toplanarak, Avrupa Birliği’yle tıkanan ilişkileri yeniden canlandırma çalışmasını başlattı.

 

Bu, Başkan Erdoğan kabinesinin son dönemdeki en isabetli adım. Muhalefet partileri CHP ve HDP’nin de kayıtsız kalmaması ve bu yeni süreçte rol alıp mutlaka desteklemesi gerekir.

 

Umarım, göstermelik ve içi boş, retorikle gün geçiren, kamuoyunu oyalayan bir adım olarak kalmaz.

 

Hatırlanacağı gibi, AB Reform Grubu üçüncü ve son toplantısını 11 Aralık 2014’te yapmıştı. Bu grup 23 Temmuz 2014’de Erzurum’da gerçekleştirdiği ilk toplantısında ise hedefini anlatırken Cumhuriyetimizin ilanından sonraki en büyük çağdaşlaşma projesi olan Avrupa Birliği katılım sürecinin en önemli unsurlarından birini, siyasi reformlar oluşturmaktadır. Ülkemizin daha özgürlükçü, çoğulcu bir demokrasiye ve daha etkin işleyen bir hukuk sistemine kavuşturulması, insan haklarına saygının evrensel standartlar çerçevesinde tüm vatandaşlarımız tarafından özümsenmesi temel bir hedeftir” diyordu.

 

Ne güzel söylemişler! Ve şimdi bunları yeniden hatırlamak ne güzel oluyor!

 

REG toplantısı olumlu adım, ama gerisi de gelmeli

 

Bu grup, adının  “AB Reform Eylem Grubu” (REG) şeklinde değiştirilmesiyle birlikte, kabineden dört bakanın katılımıyla 29 Ağustos 2018 günü toplandı. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dan oluşuyor.

 

Bu ilk toplantısında AB ile ilişkilerin her alanda canlandırılması ve siyasi reformlar konusu üzerinde önemle durulduğu öğrenildi. Toplantının ardından AB Reform Eylem Grubu bir sonuç bildirisi yayınladı.

 

Bildiride yer alanlara göre “Türkiye, AB’ye üyelik hedefi doğrultusunda önümüzdeki süreçte çalışmalarına kararlılıkla devam edecek.”

 

Bu bağlamda, Başkanlık Kabinesinin 100 günlük eylem programı kapsamına bu hususta atılacak bazı adımların dahil edildiği belirtiliyor. Çocuklara cinsel saldırı ve istismarın önlenmesi, Türk Ceza Kanunu’ndaki bazı maddelerin değiştirilmesi, alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemi olarak Uzlaştırma Kurulu, göç yönetimi, vize sorunu gibi konulara dikkat çekiliyor.

 

Demokratik reformlar hususunda samimiyet şart

 

Basına da yansıdı; her ne kadar AB yetkilileri ve kurumları yapılan açıklamadaki eksik ve zaafları yüksek sesle ifade etmeseler bile, bunların farkında oldukları açıkça görülüyor.

 

Türkiye’yi izlemeye alan Avrupa Konseyi ile AB kurum ve yöneticileri, AB Reform Eylem Grubu’nun yeniden toplanması ve bazı kararlar almasını olumlu bulmakla beraber, Erdoğan Kabinesi’nce atılacak somut adımların neler olduğuna bakacaklarını ifade ediyorlar.

 

Ayrıca, Türkiye’nin bu hamleyi ekonomideki gelişmeler ve ABD’nin tavrı nedeniyle yaptığının farkında olduklarını hissettiriyorlar.

 

Bunlara ilâve olarak, Reform Eylem Grubu’nun (REG) bildirisinde yer verilmemiş olan çok önemli hususlara işaret ediyorlar.

 

Katılım görüşmelerinde tıkanmalara yol açan temel demokrasi sorunlarına yine değinilmediğini belirtiyorlar.

 

16 Nisan 2017 Başkanlık Referandumu’na gidilirken Venedik Komisyonu, bu değişiklikle kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kalkması tehlikesine dikkat çekmişti. Şimdi ise, REG bildirisinde söz konusu komisyonun uyarısına yönelik bir ifadenin yer almamasına ve anayasal reformlar konusundan söz edilmemesine dikkat çekiliyor.

 

Bu bağlamda yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, insan hakları vurgularının somut ifade edilmemesi, tutuklu yargılamaya dönük net bir cümlenin yer almaması, basın özgürlüğünün iyileştirilmesi yönünde atılacak adımlara değinilmemesi eleştiri konusu oluyor. 

 

Türkiye mutlaka değişmeli!

 

Sonuç olarak, hangi sebeple olursa olsun, evrensel demokratik değerlerin şekillenmesinde büyük ölçüde rol oynadığı ve halen de bu özelliklerini koruduğu görülen AB ile ilişkileri yeniden toparlamak yönünde atılan adım son derece önemli.

 

Ülkedeki karamsar ve aşırı kutuplaşmış havanın süratle değişmesi gerekir.

 

Türkiye’nin kurucuları arasında yer aldığı Avrupa Konseyi’nin çalışmalarına yeniden dönmesi, AB katılım sürecinin tekrar işler hale getirilerek fasılların açılmaya başlanması, vize engelinin ortadan kalkması elbette çok hayırlı gelişmeler olacak.

 

Bu beklentilerin hangileri gerçekçi, şimdiden kestirmek kolay değil. Ama AB yolunda yürümenin, Türkiye gibi çok gelgitleri olan bir ülke için, en az AB hedefinin gerçekleşmesi kadar önemli olduğunu yaşayarak gördük.  

Demokratik değerlere sırtını dönerek ilerleyeceğini sanmak ise bize ağır bedel ödetiyor.

- Advertisment -