Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde, seçmenlerden “Meclis’e 550 millî ve yerli aday göndermelerini” istemesi (20 Eylül 2015), o günlerde gürültülü bir tartışmanın konusunu oluşturmuştu. Çağrının, "Milyonlarca Nefes Teröre Karşı Tek Ses" mitinginde yapılmış olması nedeniyle, Erdoğan’ın sözleri iyimser bir yorumla “teröre destek veren milletvekillerinin seçilmemesi”ne yönelik bir temenni olarak algılanmıştı. Oysa, “millî ve yerli”nin, sonrasında yalnız cumhurbaşkanı tarafından değil, iktidar siyasetçileri ve medyasınca da her şeyi domine eden bir yaygınlıkla kullanılmasından anlaşılabileceği gibi, Erdoğan’ın vurgusu, bunun çok ötesinde anlamlar taşıyordu.
Erdoğan “millî ve yerli” çağrısıyla, aslında Türkiye’de en azından çeyrek yüzyıllık bir geçmişi olan “laiklik-dindarlık” temelli ayrım ve saflaşma ekseni yerine “millîciler-millî olmayanlar” temelli yeni bir eksen inşasının ilk tuğlalarını döşüyordu.
Ben, sözünü ettiğim yazılarda bu eksen değişikliği önerisinin hangi konjonktürden kaynaklandığını, laik kesimlerde karşılık bulup bulmadığını ve eski “laiklik-dindarlık” eksenli temel saflaşmanın yerini alıp alamayacağını tartışmıştım…
Yazıların başlıklarından da anlaşılabileceği gibi, 2016’nın Ocak ayında, “Türkiye’de ‘laiklik’ eksenli temel saflaşmanın, yerini ‘millîlik’ temelli yeni bir saflaşmaya terk etmekte olduğu” kanaatindeydim. Üzerinden yeteri kadar süre geçti, üstelik arada 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. Şimdi sıra, o yazıların muhasebesinde…
İki yazıda toparlayacağım bu muhasebenin bugünkü bölümünde o yazıların kısa bir özetiyle tam olarak neyi tartıştığımızı gözden geçirecek, sonraki yazıda ise o tespitimde kısmen yanıldığımı teslim ettikten sonra yanılgımın nedenleri üzerinde duracağım.
“Millî ve yerli”: Daralmanın, sıkışmışlığın siyaseti
“Millî ve yerli” siyasetini iktidar açısından bir ihtiyaç haline getiren gelişmelerin başlangıcını 2011’deki Arap Baharı’na, daha doğrusu Arap Baharı’nın yerini bölgede büyük bir kaosa terk etmesine kadar götürebiliriz.
2011 baharında Tunus’ta başlayıp bütün Ortadoğu’yu etkisi altına alan Arap Baharı öncesinde Türkiye hem bölge halklarının kahir ekseriyetinin hem de Batı dünyasının model ülkesi konumundaydı. Türkiye’nin sihri, küçük azınlıklar dışında halkının böyük bölümü Müslüman olan bir ülkenin, benzerlerinin tersine diktatörlüklerle değil, bazı sorunlar taşısa da devlette laikliğin esas olduğu bir demokrasiyle yönetilmesindeydi.
Arap Baharı sürebilseydi, Türkiye’deki iktidar hiç kuşkusuz şimdiki gibi bir kuşatılmışlık sendromu yaşamayacak, tam tersine komşularının (bu defa sadece toplumların değil devletlerin de) örnek aldığı bir ülke olarak 2010’dan önceki demokratikleşme çabalarını genişleterek sürdürecekti.
Fakat biliyoruz ki gelişmeler bu yönde olmadı. Türkiye, yalnız bölgedeki devletlerle değil Batılı ülkelerle de arasının açıldığı yeni bir dönemi idrak etmeye başladı.
Gezi, Cemaat, PKK
Bölgedeki kaosun Türkiye için bir “beka” sorunu yaratabileceğine yönelik kaygılar, 2013’teki Gezi olaylarının “Batı destekli komplo” olarak yorumlanmasıyla birlikte daha da büyüdü.
Gezi’nin yarattığı travma henüz atlatılamadan 17-25 Aralık’ta (2013) gelen Cemaat atağı, iktidarın ve iktidarı destekleyen medyanın endişelerini daha da artırdı.
Bütün bunlara PKK’nın şehirlerde başlattığı yeni ayaklanma stratejisi ve özellikle de Suriye’nin kuzeyinde bir PKK-PYD ekseninin Batı desteğiyle oluşturulma gayretleri eklenince, Türkiye’nin bir iç-dış koalisyonu üzerinden saldırıya uğradığı ve saldırının temel amacının da önce iktidarı ardından da Türkiye’yi “çökertmek” olduğu inancı kökleşti. Bu inanca göre, söz konusu koalisyonun unsurları dışarıda Batı, içeride de sosyalist sol, Cemaat ve PKK-HDP’den oluşuyordu. CHP ise bu gayri millî koalisyonla flört halindeydi; gövdesinin bir bölümü koalisyonun içinde, bir bölümü ise dışındaydı.
“Millîlik” çağrısı karşılık buluyor
Aslında “millî ve yerli” çağrısı, adını koymadan ve özellikle de devlet içindeki ulusalcı-laik güçlere yönelik olarak 2013’ten beri yapılmaktaydı: Devlet içindeki ittifakının (Gülen Cemaati) “kanlısı” haline gelmesinden sonra, iktidarın Ergenekon ve Balyoz davalarını tümden lağvetmesi ve yargıda ulusalcı-laik kesimlerle işbirliğine gitmesi, devlet içinde “millîlik” temelinde yeni ittifak arayışlarından başka bir şey değildi. 2015’te başlatılan “millî ve yerli” vurguları ise, çağrıyı toplum düzeyine de yayarak genişletiyordu.
Türkiye’nin neredeyse kurumsal bir özellik taşımaya başlamış güçlü iktidarının -Marksist literatürden borç alarak söylersek- ülkedeki “temel çelişme”nin böylesine radikal bir biçimde değiştiğini ilan etmesi, doğal olarak safını laiklik-dindarlık eksenine göre belirlemiş güçlerin kendilerini yeniden gözden geçirmeleri sonucunu doğuruyordu.
Sözünü ettiğim yazılarda, özellikle Kemalistlerin bilinen Kürt ve Batı antipatileri (karşıtlıkları) temelinde “laiklik” yerine “millîlik” eksenli siyasetlere sempatiyle bakmaya başladıklarını söylüyor, o anki durumu gözlemlerime dayanarak şöyle özetliyordum:
“Bu çerçevede en dikkat çekici tavır değişikliği ülkenin Atatürkçü-Kemalist-ulusalcı kesimlerinde görülüyor. İktidar partisinin en sert muhalifleri olan bu kesimlerin iktidarla ilişkilerini hızla yumuşattığı gözleniyor. Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun, ‘millîlik’ tartışmasının tepesine oturan akademisyenler bildirisiyle ilgili olarak söyledikleri, bu açıdan dikkate değer. Feyzioğlu’na göre bildiriyi imzalayanlar, ‘mütareke döneminin işgal altındaki İstanbul'unun sözde aydınlarının kalıntıları’ydılar.
“Bu ifade, neredeyse iktidar partisinin bildiriye itirazında kullandığı gerekçelerle örtüşüyor ve bildiriciler gayri millî bir tutum takınmakla suçlanıyor. Nitekim Cumhuriyet gazetesi, Feyzioğlu ile ilgili haberi bu benzerliğe işaret ederek verdi.
Bu arada televizyonlara çıkan emekli askerler de, iktidarın ‘laikliğe savaş açtığı, irtica peşinde olduğu’ eleştirilerini bir yana bırakmış görünüyorlar. Askerler, iktidarın Kürt sorunu konusundaki sert tutumuyla Batı karşısındaki tavrını genel olarak ‘millî’ çizgide buluyorlar.
“Nihayet, özellikle Balyoz ve Ergenekon davaları sırasında iktidarı en fazla zorlayan eylemlere öncülük etmiş, seçim başarılarına rağmen AK Parti’nin meşruiyetini kabul etmemiş olan başta Vatan Partisi olmak üzere ulusalcı çevreler de AK Parti’yi gayri millî güçlere karşı ittifak yapılacak bir güç olarak görmeye başladılar.
“Bu kadar keskin bir dönüş, ulusalcılığın tabanında şimdilik bazı hazım sorunları doğursa da, bu kesimin siyasi önderleri yeni ittifak konusunda gayet kararlı görünüyorlar; Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in, Akit TV’nin programlarına çıktığı için rahatsızlıklarını ileten partili gençlere verdiği cevapta olduğu gibi. (Bkz. Doğu Perinçek’in Akit TV izleyicisi bizim yurttaşımız değil mi? başlıklı yazısı, Aydınlık gazetesi, 7 Ocak 2016).
15 Temmuz’a rağmen neden devam edemedi?
Bütün bunlar, iktidarın “millîlik” siyasetinin “irticaya karşı mücadeleyi” her şeyin önünde tutan geleneksel Atatürkçü dünya içinde belirgin bir karşılık bulduğunu gösteriyordu. Fakat bugünden geriye dönüp baktığımda, bunları bir miktar abarttığımı ve sonuçta da siyasi mücadelede temel saflaşmanın ekseninin “millîlik” yönünde değişmekte olduğu tespitine vardığımı görebiliyorum.
Perşembe günü, a) öngörümdeki yanılgılarım, b) başlamış gibi görünen sürecin (benim abartmalarım, bu sürecin hiç başlamadığı anlamına gelmez) hem de 15 Temmuz’un “millîlik” lehine yarattığı olumlu zemine rağmen neden devam edemediği üzerine yazacağım.