Ana SayfaYazarlarTeneke Trump’et (2)

Teneke Trump’et (2)

 

[8-11 Mart 2017] Gerçekçi olalım. Salt olgular üzerinden gidelim. Neler görüyoruz, Donald Trump’a, ekibine ve şu âna kadarki performansına baktığımızda?

 

(1) Seçim kampanyasını Amerika’nın Beyaz Hıristiyan çekirdeğinin korku ve önyargıları üzerine kurdu. Bu kesimin marjinal alan ve sektörlere tıkılmış, yoksulluk ve işsizlikten bunalmış alt katmanlarının öfkesine sahte günah keçileri sundu. İster içerdeki, ister dışardaki bütün “öteki”lere karşıtlığını kuvvetle sezdirdi. Güya ırkçılık yapmadan ırkçılık yaptı; güya nefret demeden nefret söylemleri geliştirdi. Bütün “esmer”leri kriminalize etmenin yolunu buldu.

Güneyden gelen göçmenleri hedef tahtasına yerleştirdi. Legal-illegal ayırımını bulandırdı; yasadışı yollarla ülkeye girenlerin sayısını çok abarttı; ayrıca hepsini hırsız, haydut, uyuşturucu kaçakçısı ve kullanıcısı, ırz düşmanı ve katil gibi gösterdi. Meksika duvarını önce zihinlerde inşa etti. Özel olarak Müslümanları ise “İslâmî terör”le birleştirdi. Seçildiği takdirde ülkeye sokmayacağını, doğrudan doğruya dinî kimlikleri üzerinden duyurdu. Geniş kitleleri bu kadar kaba bir yabancı düşmanlığı afyonuyla uyutmaya kalkışmasını, “Önce Amerika” (America First) sloganının şemsiyesi altına aldı. Bunu, bedelini herhalde yeryüzünün kalanının ödeyeceği “Amerika’yı Yeniden Büyük ve Güçlü Kılma” (Making America Great Again) projesinin ilk ayağı olarak sundu.

 

(2) Çok garip, dengesiz ve saldırgan bir kişilik sergiledi. Halen de sergiliyor. Karşımızda hayli yontulmamış bir zorba, tipik bir bully durmakta. Belki, daha önce hiçbir kamu görevinde bulunmamış olmasının da bunda bir payı var. Herhalde şirketlerini keyfince bağıra çağıra yönetmiş; işadamı olarak kapalı kapılar ardında, pek kimse farkına varmaksızın başvurmaya alıştığı vülger kabalık ve hoyratlıkları şimdi hiç tereddütsüz kamusal alana taşıyor. Üstelik kendisiyle çok meşgul ve derisi de tecrübeyle kalınlaşmış olacağına alabildiğine ince; “Donald Trump hakkında kim ne demiş”in aşırı alınganlığı içinde, kızıyor, sinirleniyor, ağzına geleni söylüyor, asla lâfın altında kalmamak uğruna sağa sola tweet’lerle cevap yetiştirmeye kalkıyor. Bu konuda görevleri sona eren istihbarat şeflerince uyarılmış olmasına rağmen, bildiğini okumakta ısrar ediyor. Bu da sadece kırdığı cevizlerin çoğalması sonucunu veriyor.Basınla ve yargıyla dalaşması özel bir konu. Ayrıca ve somut örneklerle değineceğim.

 

(3) Kendisi de, ekibi de derslerini çalışmadan halkın önüne çıkıyor ve katıksız bilgi hatâlarına düşebiliyor. Bizzat Donald Trump, başkan olmanın, hattâ herhangi bir tam-zamanlı politikacı olmanın nasıl bir konsantrasyon gerektirdiğini (yarım yamalak ve/ya sırf hamaset ve şecaatle yapılamıyacağını) belki yeni yeni anlıyor. Üstelik etrafında çok fazla akrabası, aile efradı, sırf militan destek ve sadakatiyle oraya gelmiş destekçisi var. Profesyonel yelkencilerden değil amatörlerden oluşan bir tayfayla okyanus yarışına çıkmış gibi. Konularına hâkim olmayınca, hepsi büyük bilgi hatâları yapabiliyor, ya da açık kapatayım derken büsbütün saçmalayabiliyor. Bu da kendileriyle özellikle internette felâket dalga geçilmesine yol açıyor.

 

Beyaz Saray Basın Sekreteri Sean Spicer ve Başkan Danışmanı Kellyanne Conway bu açıdan özellikle temayüz ettiler. Bu bölümde açık tahrifata değil, sadece bunlardan türeyen seçme gaflara değineceğim (özel olarak yalan konusu ise aşağıda ayrıca ele alınacak). (3.1) 21 Ocak 2017’deki ilk basın toplantısında Spicer, Başkan Trump’ın yemin törenine katılan kalabalıkları kasten küçük gösterdikleri gerekçesiyle medyayı fena halde azarladı. Buna karşı her türlü mecradan, daha önce verilen bütün bilgilerin doğru olduğu, yani asıl Spicer’ın gerçekleri çarpıttığına dair somut kanıtlar yayınlandı (işin bu faslı, aşağıdaki yalan kategorisine giriyor). Fakat yeni yönetim kendini “düşmanlar” karşısında galebe çalmış gibi görüyor ya; susup geçiştiremediler ve başka bir iddialaşmaya girdiler. (3.2) Trump’ın seçim kampanyası sırasındaki stratejistlerinden, sonradan kıdemli danışmanlığını üstlenen Kellyanne Conway, hemen ertesi gün, yani 22 Ocak’ta çıktığı bir Meet the Press (Basınla Buluşma) programının moderatörü, NBC ve MSNBC’nin önde gelen ismi Chuck Todd’un bu tür gerçek dışı iddialar yüzünden yönetimin inandırıcılığını yitirmesi hakkında sorduğu bir soruya, Sean Spicer’ın “alternatif gerçekleri” (alternative facts) dile getirdiği şeklinde bir yanıt verdi. Devam edecekti ama Todd sözünü kesti (Amerikan basını o kadar uslu ve itaatkâr değil) ve “Bir dakika. Alternatif gerçekler mi? Alternatif gerçekler gerçek değildir. Gerçek dışı sözlerdir (falsehoods)” diye taşı gediğine koydu. Sonraki hafta içinde Conway çeşitli anlam kaydırmalarına başvurdu. O ilk “alternatif gerçekler” lâfı adım adım “alternatif enformasyon”a ve oradan da “eksik enformasyon”a dönüştü. Ama bu taktikler (asıl mesleği de avukatlık olan) Conway’in sosyal medyada ti’ye alınmasını önleyemedi. George Orwell’in ünlü 1984 romanındaki “ikilidüşün” (doublethink) ve “yenikonuş” (newspeak) kavramlarına atfen, “alternatif gerçekler” ifadesi “Orwell-vâri” (Orwellian) olarak nitelendi. O kadar ki, 22-26 Ocak arasındaki dört günde 1984’ün satışları yüzde 9500 (= 95 misli) arttı; kitap Amazon.com’un çok satanlar listesinde birinci sıraya yükseldi ve Penguin yayınevi acele 75,000 yeni baskı sipariş etmek yoluna gitti.

 

(3.3) Henüz bu patırtı yatışmadan, gene Kellyanne Conway’in bir başka tuhaflık yapmakta gecikmedi. (Bu sırada Donald Trump nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan yedi ülkeden ABD’ye girişleri kısıtlayan ilk başkanlık emrini çıkarmış ve yaygın tepkiler doğmuştu. Conway çeşitli demeçlerinde Amerika’ya yönelik “İslâmî terör” tehlikesinin ne kadar büyük olduğunu göstererek Trump’ı savunmaya kalkıştı. Bu bağlamda,Cosmopolitan dergisine 29 Ocak 2017’de verdiği bir mülâkatta ve ardından, MSNBC televizyonunun 2 Şubat’ta çıktığı Hardball with Chris Matthews başlıklı (sert servis veya sert sorgulama) programında, “Bowling Green katliamı”ndan dem vurdu. Oysa böyle bir şey yoktu, hiç olmamıştı. Kentucky eyaletinin üçüncü büyük kenti olan (yaklaşık 63,000 nüfuslu) Bowling Green’de, tâ 2011’de iki Iraklı mülteci “teröristlere ve El Kaide’ye maddî destek sağlamaya kalkışmak” gerekçesiyle tutuklanmıştı; o kadar. Trump’ın başdanışmanının altı yıl sonra bunu alıp muhayyel bir “Bowling Green katliamı”na dönüştürmesi, twitter’da tavana vurdu; “gündemin doruğu” veya “ttt” (top trending topic) haline geldi. İnsanların espri duygusu harekete geçti. “Katliam”ın “kurban”ları için “bağış” toplamayı amaçlayan anonim bir web sitesi kuruldu. Kentucky ve New York’ta “katliam”ı anmak için matem törenleri düzenlendi. (3.4) Donald Trump da başdanışmanından aşağı kalmak istemedi anlaşılan. 18 Şubat Cumartesi günü düzenlediği bir mitingde taraftarlarına hitap ederken, gene o ilk “yedi ülke yasağı”nı savunmak uğruna, Avrupa’nın terör olaylarına sahne olan ülkelerini sayıp dökmeye girişti ve bu bağlamda “dün gece İsveç’te olanlara bir bakın” (look at what’s happening last night in Sweden) diye bir cümle sarf ediverdi. Oysa 17 Şubat gecesi (veya önceki günlerde, hattâ haftalarda) İsveç’te böyle herhangi bir terör eylemi yaşanmadığından, İsveç hükümeti ABD yönetiminden ne demek istendiği konusunda resmî bir açıklama talep etmek yoluna gitti. Trump’ın cevabı, 19 Şubat Pazar günü “bir televizyon haberi”nden söz ettiğini tweet’lemekle sınırlı kaldı. Fox News’da yayınlandığı söyledi ama (tipik bir muğlaklıkla) günü ve zamanını belirtmedi. “Dün gece İsveç’te olanlar” ifadesinin netliğine karşın, Beyaz Saray Sözcüsü Sarah Huckabee Sanders bunu alıp, Başkan Trump’ın herhangi bir olaydan değil de genel olarak yükselen suç oranlarından söz ettiği şeklinde dönüştürdü.

 

(3.5) Son örnek, emekli sinir ve beyin cerrahı, bir zamanlar Cumhuriyetçi Parti’nin Trump’a rakip başkan aday adayları arasında yer alan, Trump’ın ise Konut ve Kentsel Kalkınma Bakanı (Secretary of Housing and Urban Development) yaptığı Ben Carson’a ait. Önce arkaplanı kısaca belirtelim. Ben Carson hayli sofu bir Hıristiyan. Protestanlığın bir alt mezhebi olan Yedinci Gün Adventist Kilisesi’ne mensup. Tanrının dünyayı yaratırken dinlendiği yedinci Sebt veya Şabat gününü, diğer Hıristiyanlar gibi Pazar değil Yahudiler gibi Cumartesi olarak kutluyorlar. Hazreti İsa’nın çok yakında yeryüzüne ikinci defa geleceğine inanıyorlar (Advent). Belki en önemlisi, Tevrat ve İncil’i harfiyyen doğru kabul ediyorlar. Bu iman katmanı yüzündendir ki Ben Carson, geçmiş yıllarda da çeşitli gariplikleriyle kamuoyunun dikkatini çekmişti. (a) 2012’deki bir konuşmasında, bilim âleminin evrenin başlangıcı kabul ettiği “Büyük Patlama”dan (Big Bang) bir “peri masalı” diye söz etmişti nitekim. (b) Kasım 2015’te ise, aslında 17 yıl önce çekilen bir videosu ortaya çıkmıştı. Bu videoda Carson, Mısır piramitlerinin (herkesin bildiği gibi firavun mezarları olarak değil) Tevrat’ta (ve Kuran’da) sözü edilen Hazreti Yusuf tarafından “tahıl depoları” olarak yaptırıldığını anlatıyordu. O sırada hâlâ Cumhuriyetçi aday adaylarından olan Carson, sorulduğunda, görüşünü aynen koruduğunu söylemişti. (c) Bu olaydan az önce, Ekim 2015’te Carson, sırf ABD’deki yaygın silâh satın alma kolaylığını (ve dolayısıyla silâh üretici ve satıcılarının çıkarlarını) savunmak adına, “eğer halk [Alman halkı ve/ya Yahudi halkı?] silâhlı olsaydı Hitler’in amaçlarına ulaşması olasılığı hayli azalırdı” gibi benzersiz bir görüş serdetmesiyle de  kayda geçmişti.

 

Ben Carson’ın başka kimsenin düşünemediği tarih yorumlarında bulunma özgünlüğü son meyvasını 6 Mart Pazartesi günü verdi. Tam anlamıyla “çiçeği burnunda” bir Konut ve Kentsel Kalkınma Bakanı olarak göreve başladığı ilk gün, bakanlık personeline hitaben yaptığı konuşmada, “Amerikan rüyası”ndan dem vurdu. Yüzyıllar boyu çeşitli “göçmen” (immigrant) kuşaklarının nasıl bu kıtaya ve ülkeye “hayallerinin” peşinde geldiğine değindi. Ve bu bağlamda, kendisi de siyah (ama ruhen tam bir Cumhuriyetçi Beyaz Amerikalı?!) olan Carson, Afrika’dan getirilen siyah kölelerden de “göçmenler” (immigrants) olarak söz etti. “Buraya esir gemilerinin ambarlarında geldiler, daha da az para karşılığı daha da çok ve uzun çalıştılar. Ama onların da bir rüyası vardı” dedi  (There were other immigrants who came here in the bottom of slave ships, worked even longer, even harder for less. But they, too, had a dream).

 

Kıyamet koptu tabii. 15. yüzyıl sonlarından 19. yüzyıl ortalarına kadar süren Atlantik köle ticareti insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biridir. Batı Afrika’da, yerel krallıklar ve savaşağaları arasında nisbeten dar ölçekli bir köle ticareti beyazlar gelmeden de mevcuttu. Avrupalılar ise sermayeleri, gemileri, denizaşırı piyasa vizyonları ve büyük kâr hesaplarıyla işi çok büyüttü. Kısmen, aynı küçük kral ve savaşağalarını taşeronlaştırıp onlardan çok daha fazla köle siparişi ve alımına giriştiler. Kısmen de iç bölgelere kendi köle akınlarını düzenlediler. Resmen insan “avladılar”; hepsini zorla kıyıdaki limanlara yürütüp barracoon denen geçici zindanlara kapattılar; oradan da gemilerin sintinelerine çifter çifter zincirleyip korkunç koşullarda okyanus ötesine sevkettiler. Böyle böyle, 10-12 milyon Afrikalı siyah köle Amerikalara ihraç edildi. Hangi “göçmen”lik? Hangi gönüllülük? Hangi yeni hayat “rüya”sı veya “hayal”i? Zavallılar nereye gittikleri hakkında bile en küçük bir fikir sahibi değillerdi.  

En az yüzde 15 kadarının (belki iki milyonunun) yolda öldüğü ve çöp gibi denize atıldığı tahmin ediliyor.

 

Devam edeceğim.

 

     

 

 

- Advertisment -