Türkiye toplumunda, özellikle de gençler arasında, dinden uzaklaşma, hatta dine karşı mesafelenme gibi bir olgunun varlığı aşikâr. Bir açıdan, tarih tekerrür ediyor. Geçmişte, Sultan Abdülhamid döneminde de benzer bir durum yaşanmıştı. Sözümona ‘ittihad-i İslâm’ siyasetini güden ‘dindar’ bir siyasetçinin elinde dinin istibdadı meşrulaştırma aygıtına dönüştürüldüğü bir zeminde, istibdada yönelik tepkiden din de nasibini alınca, Osmanlının yeni kuşakları içerisinde dine lâkayd, hatta açıkça din karşıtı eğilimler hatırı sayılır bir taraftar toplamıştı. Nitekim, Murtaza Korlaelçi’nin pozitivizmin Osmanlıya girişine dair kitabında, o tarihlerde İstanbul’u ziyaret eden bir Batılının vülger materyalizmin kaba örnekleri niteliğindeki üçüncü sınıf kitapların Mekteb-i Tıbbiye öğrencileri arasında nasıl birer kutsal kitap muamelesi gördüğüne dair müşahedelerine de yer verilir.
Siyasî istibdadın dini kendisi için kullandığı bir zeminde dine karşıtlık geliştiren bu kuşakların bir kısım mensupları, daha sonra yeni Cumhuriyetin kurucuları haline gelmiş ve bu defa din karşıtı bir otoriter siyasî anlayışı uygulamaya koymuşlardır. Diyebiliriz ki, bu din karşıtı politikalardan dinin gördüğü zarar, dinin siyasete âlet edildiği dönemden daha fazla değildi. Bilakis, siyasetin din karşıtlığı güttüğü o günlerin üzerinden yüz sene geçmesine karşılık, hem siyasal hem sosyal zeminde bazı akımların ve oluşumların o günlerde din aleyhine yapılanların bıraktığı izler üzerinden varlığını ve diriliğini koruduğunu söylemek mümkün.
Öyle ya da böyle, tarihsel tecrübenin bize gösterdiği yalın gerçek şu: Siyasetin elinde araçsallaşmak, dine asla yaramıyor. İster yüz yirmi yıl öncesi olsun ister bugün, ister Türkiye’de olsun ister İran, Mısır veya Pakistan’da, din siyasetler üstü olmaktan çıkıp belli bir siyasetin elinde bir araca dönüştüğünde, olan dine oluyor. Siyasete yönelik muhalefet ve hatta öfke, kendisini en ziyade dinden uzaklaşma, hatta ona karşıtlık suretinde dışa vuruyor.
Kendi namıma, bugünün Türkiye’sinde dinden uzak durma ve hatta dine karşı hizalanma türünden olguların varlığını bu zaviyeden okuyorum. Bu zeminde, kendisinin yaşadığı dinden uzaklaşma sürecini ve geldiği noktadaki din karşıtlığını derin bir varoluşsal çabanın dışavurumu olarak takdime çalışanlar yok değil. Fakat, istisnalar bir yana, genel durum bana esasen siyasetin elinde dinin araçsallaşmasına bir tepki olarak gözüküyor.
Başka türlüsü nasıl mümkün olabilir ki? Mekke şartlarından çıkıp gelmiş, bütün dünya onun karşısındayken hepsine meydan okumuş, en güçlü rakibi gözüken felsefî akımları bile içine alıp dönüştürmüş, Haçlılardan Moğollara bin türlü tehdide rağmen varlığını korumuş ve iki yüz elli yıldır Batı merkezli küresel bir istilaya maruz kalmasına rağmen hem fikren hem fiilen ayakta kalmış bir dinin, en rafine cevapları müntesiplerince çok zaman önce üretilmiş sorular, şüpheler, itirazlar karşısında sarsılması nasıl söz konusu olabilir? Kendi din karşıtlığını bir varoluşsal çabanın ürünü, dinden uzaklaşma tutumunu ise İslâm için bir ‘entellektüel kriz’ olarak resmetmeye çalışanlar olsa da, bu ülkede bugün İslâm açısından asıl mesele, dinin siyasetin elinde araçsallaşması, ardısıra dindar kişi ve kesimlerin büyük kısmının bu tutuma arka çıkarak ve dinin değerlerini bu uğurda kullanarak muazzam bir söylem-eylem tutarsızlığı ortaya koymaları olarak gözüküyor.
Bu meyanda, İslâm’ın vahyolunduğu ilk günlerden itibaren ortaya koyduğu iddia ile bugün bu ülkenin dindarlarının arzettiği manzara arasındaki çelişki çok açık.
Bu din dürüstlüğü, güvenilirliği ve yüksek ahlâkı sebebiyle düşmanlarının bile el-Emîn dediği bir peygamberin elinde yükselmişken, bu ülkede bugünün dindarlarının birçoğu ne yazık ki o peygamberin tarif ettiği ‘elinden ve dilinden emin olunan insan’ özelliklerini üstünde taşımıyor. Bilakis, taraftarı olduğu siyasetin sonuç almak adına ürettiği her türlü yöntemi, dinin ilkelerine uymasa da ‘lehimize’ diye onaylayan bir anlayış ile bugünlere geldik. Elbette bunun bir bedeli olacaktı ve şimdi o bedeli ödüyoruz.
Diğer taraftan, İslâm’ın kendini değil zorla kabul ettirmesi, ilk mü’minlerce uğradıkları zora rağmen kabul edilmişti. Oysa bugün, en basit bir farklı düşünce ve uygulama karşısında ‘polis çağırmayı,’ ‘tutuklama talep etmeyi’ hamiyet zanneden ucube devletçi dindarlık kimde kabule meyil uyandırabilir, kimi neye ikna edebilirdi ki?
Ayrıca, inen ilk âyetlerinden itibaren Kur’ân yaptıkları adaletsizlikleri, bilhassa zayıflara, özellikle de yetimlere karşı irtikap ettikleri haksızlığı Kureyş müşriklerinin yüzüne vurduğu, servetin sadece zenginlerin elinde toplandığı bir düzene tavır koyduğu, bütün haksız kazanç yollarını haram kıldığı halde, ‘dindar siyasetçiler’ eliyle siyaseten ve iktisaden muazzam bir adaletsizliğin oluştuğu bir zeminde buna en ufak bir itiraz bile geliştiremeyen bir dindarlığın genç kesimler nezdinde nasıl bir karşılığı olabilirdi?
Şahsen, mevcut durumu esasen bu manzaraya bir tepki olarak okuyorum. Böyle okuduğum için de, dine karşı üretilen söylemlere verilecek en doğru karşılığın münazara ve muarazalar değil, dinin vazettiği değerlerle uyumlu bir temsil olduğunu düşünüyorum. Daha açık konuşursak, özü ile sözü bir olma hali… Dili ahiret derken eli dünyanın dibini kazıyan bir tutarsızlık kime sıcak ve inandırıcı gelebilir?
Velhasıl, bugün bu ülkede bir iman-küfür gerilimi yaşanıyorsa, bu öncelikli bilişsel düzlemde bir meseleden ziyade, dinin istismarı sebebiyle ortaya çıkan bir mesele… Dinin siyaset için, ticaret için, dünyalık için, hatta kişisel tahakküm arzuları için istismarı… Gözümüz önündeki manzarada din adaletin, hürriyetin, hakkâniyetin değil; haksızlığın, baskıcılığın, kayırmanın sebebi, âleti, gerekçesi gözüktüğü için dinden uzaklaşma ve hatta dine karşı mesafelenme dalgası bu ülkede güç ve ivme kazanıyor.
O yüzden, din adına bir derdi olanların, din ve inanç aleyhine üretilen söylemlerden rahatsız olanların öncelikle yapması gereken şeyin, bu söylemlere tek tek cevap vermeye girişmek olduğunu düşünmüyorum. Bilakis, öncelikle dinin siyasetten özgürleşmesini temin etmek ve dini bir siyasî çatışmanın âleti olmaktan azade kılmak bana din için en öncelikli mesele olarak gözüküyor.
Diğer taraftan, dindarların şunu farketmeleri şart: Eylemleriyle tutarlı olmayan söylemleri tekrarlamakla dine hizmet ediyor değiller. Bilakis “Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff, 3) âyetindeki uyarıyla ve “Din samimiyettir” hadisindeki dersle çelişen bu tutarsız söylemler, insanları en fazla ‘tebliğ yorgunu’ yapıyor ve samimi bir tebliğin de işitecek kulaklara ulaşmasının önünde bir engele dönüşüyor. Bilinmeli ki, eylemiyle tutarsız bin söylemle dine edilmeyen hizmet, söylemiyle tutarlı tek bir eylemle mümkün olabilir ve olmaktadır.
Bütün bunlar olmadan, dilerseniz en derin hakikati en yüksek entellektüel kapasiteyle ortaya koyun, işimiz zor…