Ana SayfaYazarlarTürkiye, İran’daki gösterilerden kaygılanmalı mı?

Türkiye, İran’daki gösterilerden kaygılanmalı mı?

 

İran’da bir haftayı geride bırakan protesto gösterilerini sosyo-ekonomik faktörler tetikledi. Son yedi yılda İran ekonomisi GSMH bazında 387 milyar dolar (veya tam yüzde 35 oranında) küçülürken, halkın yüzde 50’si yoksulluk sınırının altında yaşam kavgası verirken,  rejim paraları “dâvâ” uğruna Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de harcadı. Halk bu çelişkiye çok öfkelendi.

 

Halkın gözünü açan, nitel bir sıçrama geçirmesine sebebiyet veren bir şey daha oldu. Otoriter modernleşme 1979’da İslâmî dalgaya yol açmıştı. Otoriter İslâmcılık da geniş halk kitlelerinde memnuniyetsizliğe yol açtı. Halk, siyasî ve dinî ideoloji olarak önüne getirilen sistemin ve dâvânın, bir avuç ruhban elitinin (ayetullahların) çıkarlarını korumaya yönelik bir kültürel anlatı olduğunu anladı. Sistem, tüm zaafları, kayırıcı sınıfsal özellikleriyle halk nezdinde deşifre oldu. Ancak bu kavrayış halkın tam 29 yılına mal oldu.

 

Fakat bu toplumsal dip akıntıda oluşan tüm öfkeye, hayal kırıklığına ve nitel sıçramaya bakarak eylemlerin nereye evrileceği konusunda bir öngörü geliştirmek çok zor. 2009 yılında da geniş kitlelere dayalı eylemler aylarca sürdü. Ancak sonunda rejim bastırdı ve hareket duruldu. Benzer veya paralel bir durum burada da yaşanır mı?

 

2009 Yeşil Hareketi, devrimci bir hareketti. Son eylemler, bir sivil haklar hareketi şeklinde cereyan ediyor. O yüzden, 2009 yılındaki Yeşil Hareketi’nin öncülüğünü daha çok politize olmuş kişiler, gençler ve üniversite öğrencileri yaparken, bu kez sahaya toplumun tüm kesimleri —  tüm sadeliği ve masumiyetiyle halk çıktı.

 

Rejim bastırabilir mi?

 

Kapsam açısından da 2009 ile fark var. Yeşil Hareketi sadece Tahran ile sınırlıyken, son eylemler İran rejiminin güçlü olduğu Kum ve Meşhed gibi kentlerde dahi gerçekleşti (hattâ başladı). İlk kez halk, doğrudan İslâmî rejimi sembolize eden kişi ve objeleri protesto ediyor. Meselâ başörtüsü çıkartıyor, ya da dinî lider Hamaney’in posterini yırtıyor.

 

Eylemler dalga dalga yayılıyor ama rejimin de çok büyük bir önleyici şiddet kapasitesi var. Bu olanağı kolluk kuvvetleri, istihbarat örgütleri, paralel milis yapılanması (Devrim Muhafızları), önleyici kontrol mekanizmaları (herkes cumhurbaşkanı veya milletvekili olamıyor; Devrim Rehberi’ne bağlı 12 kişilik Muhafızlar Heyeti karar veriyor) sağlıyor. Bu güç ve mekanizmaları aşarak bir rejim değişikliği yapmak, imkânsız değil ama çok zor görünüyor.

 

Rejim hak isteyen kitlelere karşı rejimden yana kitleleri de ortalığa çıkartabilir, sokağa dökebilir. Kişisel olarak, heterojen ama uyumlu İran’da etnik ve dinsel bir çatışma beklemiyorum. Ama isyancılarla rejim taraftarları çatışabilir. Ayrıca, İran tarihinde çok önemli rol oynayan “çarşı”nın hangi yönde tavır alacağını da beklemek gerekir. Hatırlanacağı üzere 1979 devrimi çarşı esnafının ruhban sınıfını desteklemesiyle mümkün olmuştu. Bu eylemlerde de çarşının kimin yanında yer alacağı belirleyici olacak.

 

Şu aşamada Georgetown Üniversitesi öğretim üyesi Kerim Sadjapur’un altını çizdiği şeyi söyleyebiliriz: Gösteriler ezilse ve bastırılsa bile bitmeyecek. Rejime karşı öfke devam edecek ve gelecekte yine su yüzüne çıkacak.

 

Türkiye ne yapabilir?

 

Evet, ortada halkın anasının sütü kadar helâl olan ekmek, özgürlük ve demokrasi talepleri var. Ancak bu taleplerin emperyalist ABD-İsrail hegemonyası için araçsallaştırılması, yozlaştırılmaı ve İran’ın bu yolla istikrarsızlaştırılması tehlikesi de bir o kadar yüksek. Halk rejimi devirirse, İran’a özgürlük ve demokrasi gelmiş olmayacak. Muhtemelen Iraklaşmış, Suriyelileşmiş, Yemenleşmiş bir İran görüyor olacağız.

 

Bu da Türkiye’yi kaygılandırıyor. İran’daki istikrarsızlık beş şekilde Türkiye’yi etkiler.

 

(1) Türkiye’nin İran ile ciddi ekonomik ilişkileri var. 10 milyar dolar düzeyinde süren bu ilişkilerin on katına çıkartılması için, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ekim ayında gerçekleşen İran ziyaretinde bir dizi karar alındı. İran’ın karışması Türkiye’ye çok ciddi bir ekonomik yük getirir.

 

(2) Rejimin düşürülmesinden sonra sahaya ABD, İsrail ve Körfez ülkelerinin hakim olacağını öngörmemek için gerçeklere gözümüzü kapatmamız gerekir. Bu durumda Irak, Suriye, Yemen’de ne olduysa İran’da da o olacak. İran muhtemelen Belucistan, Farsistan ve Kürdistan şeklinde üçe bölünecek. İran Azerilerinin hakları (Türkiye’yi güçlendireceği gerekçesiyle) verilmeyecek. Kürdistan bölgesi de bazı stratejik petrol kuyularıyla birlikte PJAK’a bağlanacak. Böylece PKK, Suriye’den sonra İran’da da belirli bir teritoryalite edinmiş olacak.

 

(3) Rejimi devirerek gelecek yeni yönetim de Türkiye ile iyi ilişkiler kurmayacak. Türkiye’yi dengelemeye yönelik çabaları daha ön planda tutacak. Bu da komşu ile daha gergin ve stresli günler anlamına gelecek.

(4) Yeni rejim Türkiye’yi hedef alırsa, Türkiye’nin ABD-İsrail-Körfez ülkeleri blokuna karşı Rusya ve İran’la geliştirdiği dengeleme stratejisi büyük yara almış, oyun kurucu ülke olma kabiliyet ve esnekliği ortadan kalkmış olacak.

 

(5) Ortadoğu’daki kaos daha da derinleşecek; istikrarsızlık, işsizlik ve yoksulluk daha da büyüyecek. Bu durum şiddeti tırmandıracağı gibi, Türkiye’yi ciddi şekilde zorlayacak kdr büyük kitlesel göçlere de sebep olacak.

 

Türkiye, İran’ın iç egemenlik hukukuna saygılı olduğunu açıklamakla; İran’ın iç meselesini Türkiye’nin meselesi olarak görmeyeceğini ifade etmekle; özgür konuşmaya, demokratik sürece ve barışçıl gösterilere saygı duymanın önemini vurgulamakla; ama İran’ın yıkıcı gösterilerle istikrarsızlaştırılmasının da karşısında olacağını seslendirmekle doğru olanı yapıyor. Türkiye’nin komşusunun hem demokratikleşerek hem de istikrar kazanarak bu sıkıntıdan kurtulması için Ruhani ile işbirliğini derinleştireceğinin işaretlerini vermesi, yerinde bir tutumdur. 

 

Anahatlarıyla Türkiye’nin çıkarı, İran’da istikrarsızlıktan değil, istikrardan yana.

 

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik