Yakın dönem Osmanlı ve Kürt tarihi üzerine araştırmalar yapan Sinan Hakan, Türkiye Kurulurken Kürtler (1916-1920) (İstanbul: İletişim Yayınları, 2013) adını taşıyan önemli kitabında, iki hat üzerinden ilerliyor. Bir taraftan, Osmanlı devletinin son dönemlerinde Kürdistan’da hâkim olan sosyolojik dinamiklerin üzerine eğiliyor; diğer taraftan da Osmanlı ve kuruluş aşamasındaki Kemalist yönetimin Kürt ve Kürdistan siyasetine odaklanıyor. Ele aldığı konuları açıklığa kavuşturmak için de Hakan, Osmanlı ve Cumhuriyet arşivlerinden, dönemin gazetelerinden, Mustafa Kemal’e ait yazışmalardan ve dönemle alâkalı İngiliz arşiv belgeleri üzerine Türkiye’de yayınlanmış birçok çalışmadan istifade ediyor.
Hakan, Kürt meselesi bağlamında, Osmanlı’nın yıkılma ve modern Türkiye’nin yeniden yapılanma sürecini üç aşamada inceliyor. İlki, Ermeni Tehciri ve sonrasında gelişen olaylarla Şark Cephesi’nde Rus işgal hattının netleştiği 1916’dan, Anadolu’da ilk Meclisin açıldığı 23 Nisan 1920’ya kadar olan dönemdir. İkincisi, Meclisin açılmasından Cumhuriyetin ilân edildiği 29 Ekim 1923 tarihine kadar geçen süredir. Üçüncüsü de, Cumhuriyetin ilânından Türkiye’nin güney sınırlarını kesinleştiren Ankara Anlaşmasının imzalandığı 1926 yılına kadar uzanan devredir.
“Artık senin Rus güçleri içinde işin kalmadı”
Türkiye Kurulurken Kürtler’in incelediği 1916-1920 arasındaki ilk dönemi siyasi ve sosyal açıdan şekillendiren en mühim faktörlerden biri, Osmanlıda bir arada yaşayan Kürtler ve Ermeniler arasındaki ilişkilerin 1915 sonrasında yıkıcı bir nitelik kazanmasıdır. 1915-1916 döneminde Kürt ve Ermeni milislerin karşılıklı saldırıları sonucu ortaya çıkan ölümler ve acılar, iki millet arasındaki bağları önemli ölçüde koparır.
Bu dönemde, nasıl bir siyaset izleneceği noktasında Kürtler arasında bir birlik söz konusu değildir. Kürdistanın nüfuzlu ailelerinden biri olan Bedirhanilerden Abdürrezzak ve Kamil Beyler, Rus tarafında yer alır. Kürtler ve Ermeniler için Rus egemenliğinin Osmanlı egemenliğine nazaran daha iyi olacağını düşünen Abdürrezzak Bey, Kürt aşiretlerinin Rus yanlısı bir tavır almalarını sağlamaya çalışır.
Buna mukabil Küfrevi Şeyh Abdulbaki, Şeyh Hazret ismiyle bilinen Norşinli Şeyh Ziyaeddin, Gaydalı Şeyh Selahaddin, Mutkili Hacı Musa Bey, Mükslü Mutiullah Bey ve Said-i Kürdi gibi Kürt beyleri ise, Rus ve Ermenilere karşı Osmanlı saflarında yer tutar. Keza Şırnak aşiret ağaları da Abdürrezzak Beye tepki gösterir ve Bitlis Valisinden kendilerini korumak için silah talep eder. Abdürrezzak Beyin Rus garantisi altında Kürt-Ermeni birlikteliği düşüncesine en büyük darbeyi, Çatak hâdiseleri vurur. Rus hâkimiyetindeki Çatak bölgesinde Ermeni milislerin halkı katlettiği haberinin Kürtler arasında yayılması, Abdürrezzak Beyin nüfuzu ve etkisini ortadan kaldırır.
Dahası, Abdürrezak Beyin döneme ilişkin notları, Rusların ve Ermenilerin de “Rus himayesi altında bir Kürt-Ermeni birlikteliği” fikrine sıcak bakmadığına işaret eder. Olmayacak bir fikrin peşinde koşan Abdürrezzak Beyi Ruslar yüz üstü bırakır. Botan’a geçmesi için yardım talebinde bulunduğu Ruslardan “Artık karar aldık, senin Rus güçleri içinde işin kalmadı. İstediğin yere gidebilirsin” cevabı alan Abdürrezak Bey, çaresizce Tiflis’e geri dönmek zorunda kalır. (s. 30)
“Vilâyetin geri kalanı, eski nüfusunun en çok onbeşte birini teşkil edecektir”
Rus işgali ve Kürt-Ermeni çatışmaları Kürdistan’dan Orta Anadolu’ya doğru büyük bir göçü tetikler. Erzurum merkezinin yüzde 80’i, Erzurum civarındaki köy ahalisinin yüzde 90’ı göç eder. Van, Bitlis ve Erzurum’dan göç eden Kürt, Türk, Arap ve Çerkez mülteciler, Kayseri, Ankara, Konya, Niğde, Yozgat ve Maraş’a yerleştirilir.
Diyarbekir ve Musul da göç alan merkezlerdendir. Van, Bitlis ve Erzurum vilâyetlerinden göç edenlerin bir kısmı önce Diyarbekir’de toplanır, ardından da buradan Urfa ve Konya’ya sevk edilir. Van Valisi Haydar Bey’in İstanbul’a gönderdiği bir rapor, 1915-1918 arasında yaşananların nasıl bir felâket tablosuna yol açtığını bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer:
“Vilâyet ahalisi Müslümanlardan Bitlis, Diyarbekir, Musul vilayetlerine iltica edenlerin yüzde 80’i telef olmuştur. Diğer vilâyetlere gitmiş olanların da telefatının bu nispette olduğundan şüphem yoktur. Ermeniler ve Nasturiler genel olarak firar etmişler veya telef olmuşlardır. Vilayetin geri kalanı, eski nüfusunun en çok onbeşte birini teşkil edecektir.”
(s. 54)
“Vilâyat-ı Sitte”
1917’de Bolşevik İhtilali olur. Rusya bölgeden çekilir, Ermeniler Rus desteğini kaybeder. Osmanlı da Ermenilere karşı harekete geçer. Kürt milislerin desteklediği Osmanlı ordusu kısa sürede Erzurum ve Van’ı yeniden Osmanlı idaresine bağlar. Bu gelişme, bir yandan Ermenilerin bölgeden tümüyle kopmasına neden olur, diğer yandan da Anadolu’ya göç etmiş Kürt muhacirlerden hayatta kalanların tekrar kendi topraklarına dönmelerinin yolunu açar.
1918’de I. Dünya Savaşı biter. Büyük kayıp ve yenilgiler yaşayan Osmanlı, şartları son derece ağır bir mütarekeyi imzalamak mecburiyetinde kalır. Mondros Mütarekesi, özellikle iki alanda Kürtlere de büyük bir zarar verir. İlki,“Vilâyat-ı Sitte” olarak bilinen Sivas, Erzurum, Van, Mamüretülaziz (Harput), Bitlis ve Diyarbekir’in, mütarekenin 24. Maddesinde “Altı Ermeni Vilâyeti” olarak anılmasıdır. Bu madde, Ermenilerin Kürdistan’a dair taleplerinin uluslararası alandaki güçlü bir dayanağı olur.
“Mütareke sonrası dönemde, özellikle 1919 sürecinde Kürtlerin temel hareket noktası, bölgede Ermenistan’a karşı gelişen tepki üzerinde şekillenecek, bu husus ayrıca hem Kuvayı Milliye hareketinin hem de Osmanlı hükümetinin Kürtleri elde tutma politikasının temel propaganda malzemesi olacaktır.” (s. 80)
İkincisi, mütareke sonrasında İngilizlerin “mütareke şartlarına uyulmadığı” gerekçesiyle Musul bölgesini işgal etmesi ve Osmanlının buradan çekilmesi üzerine Osmanlı Kürdistanı’nın Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmış olmasıdır.
“Kürtler daha evvel Kasr-ı Şirin Anlaşmasıyla yaşadıklarına benzer bir durumla karşılaşmışlardır: Osmanlı Kürt coğrafyası güney ve kuzey olmak üzere, farklı siyasi güçlerin yöneteceği parçalara bölünmüş, bu parçalanma Kürt toplumunda merkezi bir siyasi ağırlığın teşekkülünü imkânsız kılmıştır.” (s.80)
“Ölçüsüz derecede emperyalist”
Mütarekenin ardından Kürdistan meselesiyle alâkalı iki cemiyet kurulur. Cemiyetlerden biri Ayan Meclisi Üyesi Şemdinanlı Seyid Abdülkadir’in başkanlık ettiği ve Babanzade, Bedirhani ve Cemilpaşazade gibi büyük Kürt ailelerinin de desteğini alan Kürdistan Teali Cemiyeti’dir. Diğer cemiyet ise Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti’dir.
Kürdistan Teali Cemiyeti, Wilson Prensipleri çerçevesinde Kürtlerin hak ve hukukunu korumayı ve geliştirmeyi amaçlarken, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti ise “Osmanlı Camiası” fikri üzerinden Kürtlerin ve Türklerin birlikteliğini ve ortak Osmanlı vatanı düşüncesini savunur. Kazım Karabekir Paşa, her iki cemiyetin de Meclis-i Mebusan’ın feshi sonrasında Şark vilâyetlerinin Ermenistan olacağı endişesiyle kurulduğunu ifade eder.
Daha evvel savaş alanında karşı karşıya gelen Kürtler ile Ermeniler arasındaki mücadele, 1919’dan sonraki süreçte — bilhassa Paris Barış Konferansı vesilesiyle — politik bir hüviyet bürünür. Ermeni delegasyonunun başkanı Boğos Nubar Paşa, 12 Şubat 1919’da Barış Konferansı’na Van, Bitlis, Diyarbekir, Sivas, Erzurum, Trabzon, Maraş Kozan ve Adana’nın Ermenistan’a verilmesini resmen talep eden bir muhtıra sunar. Haberinin duyulmasını takiben Kürdistan’dan muhtıraya dönük yoğun tepkiler başlar.
Ermenilerin kapsamlı taleplerine karşı, Kürt temsilcisi sıfatıyla konferansta bulunan Şerif Paşa bir karşı-muhtıra verir. 22 Mart 1919 tarihli muhtıra, Ermeni taleplerini “ölçüsüz derecede emperyalist” şeklinde niteleyerek başlar. Kürdistan coğrafyası ve tarihi hakkında bazı bilgiler verdikten sonra Şerif Paşa, Ermenilerin haksız isteklerinin kabul edilmesi halinde bölgenin sürekli bir kargaşaya sürükleneceği konusunda konferans katılımcılılarını uyarır:
“Kürtlerin çoğunlukta olduğu merkezler, yaratılmak üzere olan Ermenistan’a katılmak istenmektedir, ama özgürlüklerine düşkün olan savaşçı Kürt nüfus çoğunluğu yüzünden Ermenistan’da sürekli karışıklıkların hüküm süreceğinden ve orada Müttefikler bir askeri güç bulundursa bile, bu gücün de gerilla savaşıyla karşı karşıya kalacağından kimsenin kuşkusu olmasın!” (s.101)
Şerif Paşa tezini desteklemek için Ermenilerin talep ettikleri bölgelerde nüfuslarının azınlıkta olduğunu gösteren Müttefik ülkeleri raporlarına değinir. Wilson Prensiplerine atıfla Kürtlerin de bağımsızlık isteme hakkına sahip olduğunu hatırlatır. “Kürdistan üzerindeki Ermeni iddialarını yılmadan protesto ediyoruz” diyerek Kürtlerin bağımsızlık talebinde bulunduğunu dile getirir ve sözlerini, Kürtlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu toprakları kapsayacak bir Kürdistan’ın sınırlarını çizmek üzere uluslararası bir komisyon kurulmasını isteyerek tamamlar. Paşanın muhtırası İngilizce ve Fransız metinlerden tercüme edilerek Kürdistan Teali Cemiyeti eliyle Kürdistan’a gönderilir, Serbesti gazetesi de muhtıranın tam metnini yayınlar.
“Kürt aşiretlerinin büyüklük hastalığı”
Vilâyat-ı Şarkiye’nin Ermenistan’a terk edilmesi ihtimali, Kürdistan’da sert reaksiyonlar yaratır. Ermenilerin kuracakları ülkenin başkenti olarak Van’ı seçmiş olmaları, hassasiyeti doruğa çıkartır. Bölgeden Paris Barış Konferansı’na, ABD Başkanı Wilson’a ve İngiltere Hükümetine telgraf üzerine telgraf gönderilir. Osmanlı Hükümeti de tepkileri arttırmak için sistemli bir şekilde çalışır. Bahusus Van Valisi Haydar Bey, Kürt aşiretlerin Ermenistan’dan gelen talepleri protesto etmelerini ve Osmanlı devletine bağlılıklarını bildirmelerini örgütlemede muazzam bir rol oynar.
Hülâsa, Ermenistan tehdidi Kürtlerin Osmanlı’ya bağlılığını artırır. Kitapta kendisinden sıkça bahsedilen Van Valisi Haydar Bey’in bu konudaki tesbitleri ve çalışmaları son derece önemlidir. Dâhiliye Nezareti’ne yazdığı bir telgrafta Haydar Bey, Kürt aşiretleri hakkında üç tespitte bulunur.
Birincisi, Kürt reislerinin birbirlerine güvenmediğidir. İkincisi, hepsinde “büyüklük hastalığı”nın olduğu, en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsinin liderlik iddiası taşıdığı ve bu nedenle işbirliği yapamadıklardır. Üçüncüsü de, içlerinde milli devlet kurma yönünde bir his olsa da, Osmanlı olmadan Ermenilerle ve yabancılarla başa çıkamayacaklarını düşündüklerinden, en milliyetçilerinin dahi eninde sonunda Osmanlı devleti lehine tavır göstereceğidir.
“Millet esası üzerine hükümet teşkili ümidi aşiretlerin kalplerinde belli bir iz bıraktığı halde, Devlet-i Aliyye’nin maddi ve manevi kuvvetine dayanmadan ecnebi ve Ermeni istilasına karşı kendilerini koruyamayacaklarına kanaat getirdiklerinden Devlet-i Aliyye’ye sadakatten dönmeyeceklerine kanaat getirdim.” (s. 162-163)
“Kürdistan’ı, Ermenistan korkusuyla önleyeceğiz”
Vali Bey, Bakanlığa gönderdiği bir diğer raporda, bölgenin Osmanlıdan ayrılması durumunda Kürtlere bırakılması gerektiğini ifade eder:
“Herkesin milletini sevmesine ve itilasına çalışmasına bir şey denemez. Van ve civarının bizden koparılması kararlaştırılmış ise müstakil Kürt hükümetine verilmesini her Müslüman tercih eder.” (s. 182)
Kazım Karabekir de Ermeni tehdidini ustaca kullanır. “Kürdistan’ın Ermenistan olacağını anlatmakla” Kürtlük cereyanının önüne rahatlıkla geçeceğini düşünen Karabekir, Erzurum’a geldikten sonra, I. Dünya Savaşı sırasında irtibatta olduğu Kürt aşiret alay komutanlarıyla görüşerek, sürekli Kürtlerin Ermeniler tarafından mahvedileceği fikrini telkin eder. Karabekir, Kürtleri yanına çekmek ve yanında tutmak için “din” birliğinin daima vurgulanması gerektiğini belirtir:
“Kürt beylerin cevabında bizzat İslamiyet bağına nasıl sarıldıkları ibret vericidir. Kürtlerin ıslah ve temdini teşebbüslerinden bu bağ pek mühimdir. Kürtleri bize bağlayan ana kuvvet, dindir. Yalnız cahil Kürt şeyhleri pek felâkettir. İlk fırsatta değerli Türk ulemasının bu şeyhlerin yerine geçmesi hükümetin birinci vazifesi olmalıdır.” (s. 240-241)
(*) Independent Türkçe, 05.02.2019