Herşey kendi zıddını yaratır ve onunla mücadeleye girer. Süreç ikisinin birden yokolmasıyla da sonuçlanabilir. Ama birinin yengisi diğerinin yenilgisi (ölümü) ile bittiğinde, yenen artık mücadelenin başındaki değil, yeni bir şeydir.
Doğal olarak o da zaferinin hemen ertesinde kendi zıddını karşısında bulur ve çatışma başlar. Sonra yine birinin değişerek zafere varışı ve diğerinin ölümü gelir…
Bu döngü böyle sonsuza kadar sürer.
Siyasi fikirler, akımlar, kavramlar için de bu durum değişmez.
“AK Parti’nin karşısında gerçek bir muhalefet yok” dendiği zaman, aslında bundan şikayet edilmektedir.
Çatışmada dengeyi tutturacak bir legal, demokratik muhalefethareket olmadığında, boşluk başka şeylerle, örneğin siyasete haricî müdahalelerle doldurulmaya müsait bir alan oluşturur.
Muhalefet enerjisinin demokratik kanallara boşalması ve varoluşunun karşılığını normal siyasi yöntemlerde bulması engellendiğinde, o baskı altındaki enerji artık demokratik siyasi eylemliliğin dışındaki başka tepkisel yollara akmaya hazırdır.
Gezi Olayları sırasında gelişenler, asıl olayın gerektirdiğinin çok çok üzerinde patlayan ve kontrolsüzce yaygınlaşan tepki, muhtemelen buna en iyi örnek.
Olayların sonrasında da gerilimin azalmaması için elinden geleni yapan ve AK Parti’yi sandıkta yenme şansı kalmadığının farkında olan muhalefetin, sürekli uzlaşı yollarını reddederek kutuplaşmayı artırması bundandı.
Sürdürülebilir bir kutuplaşma için gereken “karşı tarafın mutlak ve uzlaşmayla aşılamaz kötülüğü” dogması, bu yüzden beslendi.
Bu yüzden, dikta yönetiminden, anormal yolsuzluk hikayelerinden, ülkenin sürekli gittiği ama bir türlü kıyısına varıp da düşemediği uçurumlardan bahsedildi.
Dikta, bazen halihazırda yürünen yolun sonundaki kaçınılmaz durak oldu; bazen ise çoktan oraya varıldığı yorumları yapıldı.
Dün bir dikta yönetimi içinde yaşadığımızı iddia eden yazarı, yarın yine o yolda yürüdüğümüzü, böyle giderse kaçınılmaz olarak diktaya varacağımızı iddia ederken gördük.
Sonra bir gün geldi, yine aynı yazar bizi o kaçınılmaz durakta tasvir ederken ertesi gün vazgeçti ve ülkeyi yine dikta yollarına düşürdü..
İstenirse yukardaki dikta sözcüğü yerine islamofaşizm, şeriat, vs tanımları da konabilir. Sonuç ve bıkkınlık veren bu tutarsızlık örnekleri değişmeyecektir.
Amaç, Gezi Olayları ile yükselen gerilimi hazır tutmak ve başarısızlığa mahkum demokratik siyaset yolundan olabildiğince kaçmaktı. Elhak, 15 Temmuz darbesine kadar bu yöntem, en azından muhalefetin beceriksizliğini gizlemek açısından gayet iyi iş gördü.
Darbe, tam da muhalefetin tevessül ettiği bu sahte algının üzerine gelip yerleşmek üzere yola çıktı. Bir olasılıkla, darbenin ardındaki akıl, kendisinin de etken bir parçası olduğu bu gerilim ve kutuplaştırma politikasının kurbanlarından biriydi ve kendi propagandasına ya kendi de inandı, ya da genel olarak toplumdaki, özel olarak TSK’daki etkisine gereğinden fazla güvendi.
15 Temmuz akşamı ordu komutanlarının, muhalefet partilerinin ve sair muhatabın tepkisi beklediklerinin tersi çıktı; ettikleri telefonlar yüzlerine kapandı.
O gün, bu suni kutuplaşmanın sonuna geldik.
CHP’den Baykal, darbeden günler sonra incelikli bir çıkış yaparak, iktidar cephesinden gelen “FETÖ üyeliği kriterinin, 17-25 Aralıktan sonra örgütte kalmaya devam etmek üzerinden alınacağı” açıklamasını eleştirdi ve “sizin böyle bir tarih belirlemeye hakkınız yok” diyerek hem sağlıklı bir muhalefetin yıllar sonra ilk örneğini, hem de CHP liderliğine aday olmak konusunda eskisinden önde olduğunun sinyalini verdi (ama bu, başka bir yazının konusu).
Bu yazıda ise, biraz uzamış bir muhalefet eleştirisinden sonra gelmek istediğim yer, girişteki diyalektik felsefe yaklaşımını, bugünlerde çok konuşulan “Üst Akıl” meselesine bağlamak.
Ülkemizin Doğu ile Batı arasında bir köprü, iki kültürün temas ve geçişme noktası olduğu tezi bazen sıkça işlenir ve bir asra yakın ömrü olan Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bazen yükselip gündeme yerleşir, bazen de tümüyle unutulur.
Oysa oldukça kuvvetli bir olgudur ve belki de Cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk kez AK Parti iktidarıyla, özellikle de son yıllarda, kuruluş dönemindeki değerine kavuştu ve hattâ geçti.
AK Parti dipten gelen bir dalgaydı ve yavaş yavaş yükseldi.
Yaklaşık yüz yıl önce kurulan bir dünya düzenine itiraz, ülkenin bastırılmış gerçek ruhu, potansiyeliydi ve her yükselişinde, neredeyse asli işi bu olan bir TSK ve sair başka kurumlar tarafından, bazen de darbeler yoluyla engellendi.
Ama sonunda engeller aşıldı, AK Parti uzun iktidarına başladı.
Bu, tam anlamıyla bir iktidar sayılmazdı.
Eski Türkiye’nin engelleyici mekanizmaları hâlâ çalışır durumda aktifti ve bunlar ile oluşturdukları engelleri aşmakla uğraşılan yeni bir dönem başladı.
AK Parti, bir taraftan hizmetleri ve üstüste kazandığı seçimlerin sağladığı istikrar avantajı ile ülkeyi ekonomi, demokrasi ve insan hakları anlamında eskiden hayal edilemeyecek bir seviyeye getirdi. Bir taraftan da çok başarılı bir sosyal devlet örneği sergiledi.
Bu sürece Eski Türkiye’nin saldırıları, reddedişleri, çarpıtmaları eşlik etti.
Parti Anayasa Mahkemesinde yargılandı, kapatılmaktan kıl payı kurtuldu, darbelerle tehdit edildi, kumpaslardan geçti ve sonunda 15 Temmuz darbesini de aşarak bugüne geldi.
Saldırılar devam ediyor ve bu sefer daha çok Eski Türkiye’den değil, ya onun sonuçları olan PKK gibi uluslararası hareketlerden, ya IŞİD gibi iç uzantıları da olan bir dış tehditten, veya yine kökeni Türkiye olan uluslararası bir örgütten, en önemli saldırısı savuşturularak açığa çıkarılmış, ama dünya tarihinde önceden örneği görülmemiş FETÖ’den geliyor.
Bu saldırılara, bir de Batı (özel olarak Avrupa) medyası ve hükümetlerinin yükselen Türkiye (AK Parti) karşıtı söylemi eşlik ediyor.
Suriye krizi etrafında gelişen inişli çıkışlı durum, dolayısıyla Rusya ve İran gibi aktörlerle ilişkiler de, son günlerdeki olumlu gelişmelere karşın, son tahlilde “saldırılar hanesi”nde sayılmalı.
Son olarak hepsinin üzerine, FETÖ lideri Gülen’in ABD’deki varlığı ve ilişki ağının tezahürleri biniyor.
Ve Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarından başlayıp en tabandaki vatandaşın ağzına kadar düşen bir çatıda, bunların hepsini “Üst Akıl” kavramında buluşturuyor.
Yukarıda sayılan ve birbirine düşman terör örgütlerinden gelen ardışık saldırılar etkisini artırdıkça, herkes için neredeyse elle tutulur bir somutlukta kabul edilen, ancak hakkında zahiri-tahmini bağlantılardan başka hiçbir kanıt bulunmayan bu “Üst Akıl” baş düşman mertebesine erişiyor.
Hayallerde ABD ile başlayıp İlluminati’ye, Masonlara, CIA’ye, Yahudi Lobisine ve İsrail’e (bazen bunların hepsine ve hattâ fazlasına, bazen ise sadece bazılarına) bağlanan bu yapının sınırsız kötülüklerini organize bir biçimde Türkiye üzerine yönlendirdiğinden herkes emin gibi.
Oysa bu oldukça fantastik olgunun çok daha başka ve basit bir açıklaması olabilir.
Belki de yukarıda sayılan, yapıları ve tarihleri itibarıyla birbirine düşmanlıkları bariz bu örgütleri, ülkeleri, grupları vs taktik düzeyde yanyanaymış gibi gösteren olgu, “ortak düşman” paydalarıdır.
Belki de sömürü, adaletsizlik, eşitsizlik, acımasızlık, görmezden gelme, üstünü örtme üzerine çalışan bir dünya düzenine çomak sokan, “bu iş artık böyle gitmez” diyen bir yeni aktörün dünya sahnesinde giderek yükselmekte oluşudur, hepsini bir araya getiren.
Ve belki de o aktör aslında ne yaptığının, girdiği yolun onu nerelere götüreceğinin yeterince farkında değildir.
Bozuk bir düzeni sürdüren ve ona bir çare bulamayan diğerleri, kimi zaman tarihsel bagajlarından, fobilerinden, çıkar düzenlerinin bozulma tehlikesinden ya da sırf AK Parti’ye muhalefet dışında yapacak bir şeyleri olmamasından ve tabii doğal düşmanlıklarından da…
Hep birden ve birbirlerinden habersiz saldırıyorlardır.
Bir itiraz bayrağı yükseltirken, barış ve birlikte yaşamanın yolunu arar ve açarken, elini dünyanın öbür ucundaki bir mazluma uzatırken, belki de Türkiye, kendi varlığını tam ve doğru tanımlayamadığı için, farklı sebeplerden ötürü ama ardışık biçimde kendisine yönelen, bu yüzden tek merkezden yönetiliyormuş gibi gördüğü saldırıları da yine tam ve doğru tanımlayamıyordur.
Bütün bunları bir sonraki yazıda açmak için şimdilik burada kesiyor ama son söz olarak şunu fikri ortaya atıyorum:
Belki de Türkiye “Üst Akıl”ın ta kendisidir ve kendi yarattığı zıddı yerine, bu yanlış teşhis yüzünden gölgesiyle savaşıyordur.