Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITürkiye’yi izlerken ateş söndü, mağarayı büsbütün karanlık kapladı

Türkiye’yi izlerken ateş söndü, mağarayı büsbütün karanlık kapladı

Bize ne oldu böyle? Bazı şeyler yapılamazdı. Yapılamaz kabul edilirdi. Veya, yapılmış da olsa söylenemez, savunulamazdı. İnkârdan gelinirdi. Çıkıp alenen böbürlenmek kimsenin aklından geçmezdi. Şimdi ise hiç bir duygusal ve düşünsel sınır kalmamış gibi. Herkesin ar damarı mı çatladı? Yoksa olaylar o kadar ses duvarını aştı da tepki rezervlerimiz mi kalmadı? O yüzden mi diyecek bir şey bulamıyoruz?

[6 Kasım 2021] Türkiye’de yaşıyoruz. Yaşıyoruz diyelim. Bir şekilde yaşıyoruz işte. Plato’nun mağarası gibi. Güya yukarıda, dışarıda özgürlük varmış. İyilik, Güzellik, Hakikat, Aşk, Adalet varmış. Bunların idea’ları, ideal gerçeklikleri varmış. Biz sırtımızı girişe vermişiz. Yüzümüz arka duvara dönük. Oraya karışık görüntüler yansıyor. Dışarıda bir şeyler olduğunu hayal meyal seziyoruz. Bulanık halimizi izliyoruz. Trollerden süzülüp de izleyebildiğimiz kadar.

Merkez Bankası’nda bir türlü istikrar sağlanamıyor, örneğin. İktisat bilimine tümüyle aykırı emirleri sürekli ve hiç itirazsız uygulayacak kadro bir türlü oluşturulamıyor. İnsanlar bir gelip bir gidiyor gece yarıları. Faiz oranları habire düşürülüyor. Bu yüzden dolar neredeyse 10 lira. Enflasyon yüzde 20’ye dayandı. Doğal gaz fiyatlarına yüzde 48 zam geldi. Ama yok deniyor, yok öyle bir şey. Hayat pahalılığı söz konusu değil. Aslında tencere gayet iyi durumda. Bütün mesele market zincirlerinin fiyatları yapay olarak şişirmesi. Biraz ceza kesersek sorun hallolacak. Yani piyasa idarî ve cezaî müdahalelerle, emir-kumanda zinciriyle hizaya sokulacak. Ekonomiye Giriş derslerinin a-b-c’si hilâfına, böyle zannediliyor. Böyle bir söylem kuruluyor.

COVID salgınında, günlük vaka sayısı 28-29 bin dolayında salınıyor. Beri yandan, toplam vaka sayısı 8 Mayıs’ta 5 milyonu, 12 Ağustos’ta 6 milyonu, 25 Eylül’de 7 milyonu, 30 Ekim’de 8 milyonu geçti. Yani her bir milyonluk dilim giderek daha kısa zamanda aşılıyor. Hiçbir iniş trendi de gözlenmiyor, şu ana kadar. Sağlık Bakanlığı web sitesinde, her gün aşılanma oranındaki artışlar açıklanıyor küçük küçük. Fahrettin Koca iki yıldır hep aynı şeyleri söylüyor. Maske takalım, sosyal mesafeyi koruyalım. Ucuna geldik. Dereyi geçerken boğulmayalım. Elele verelim. Biz virüsten daha güçlüyüz. Biz kazanacağız.

İktidarın dünyada büyüklük iddiaları her yönde kayalara tosluyor. Libya, Doğu Akdeniz, Mavi Vatan. Hepsi sessizliğe terkedildi. Keza İdlib, Afrin, Barış Pınarı, pahalı ve sonuçsuz maceralar olarak kaldı. Oysa ne müthiş böbürlenmelerle başlatılmıştı! Çuvaldızı biraz da kendimize batıralım. “Orta Doğu bataklığı” diye bir şey, gerçekten varmış demek. Kemalist dış politika (ve CHP, ya da CHP tarzı düşünüş) tümüyle haksız değilmiş bu açıdan. Nitekim şimdi nasıl çıkacağımızı bilemiyoruz oralardan. Hem Amerika’nın hem Rusya’nın onayına daha az değil, daha çok muhtaç hale geldik. Üstelik, Suriye’den planlı ve kademeli bir şekilde çekilmeyi düşünecek yerde, çareyi hâlâ taarruzda, yeni bir harekâtta arıyoruz.

Neye yarayacak — uluslararası alanda saygınlığımız her geçen gün biraz daha erirken? Hukuk ve adalet bu erozyonda en önemli faktör. Yargının bağımsız olmadığını herkes biliyor. Osman Kavala yıllardır tutuklu. Niçin, belli değil. Hakkında, sadece siyasî makamların siyasî suçlamaları var. Hukuk ölçüleri içinde doğru dürüst hiçbir isnat yok. Gene de dâvâlar üstüste yığılıyor. Birinden beraat ediyor; tam salıverilecekken derhal diğeri açılıyor. Bu acelenin, ilgili savcıların kendi reflekslerinden kaynaklandığına inanmak zor. Daha çok, ne pahasına olursa olsun içerde tutup, mahkûmiyetsiz cezalandırma iradesini yansıtıyor. Osman Kavala bir sembol. Liberal (sayılan) bir aydın olduğu, liberal (sayılan) görüşler taşıdığı, “dışarısı” ile (gayet olağan) ilişkileri makbul olmayan bir örnek oluşturduğu, kısacası “yerli ve millî” kabul edilmediği için, bu muameleye uğruyor. Onun üzerinden hem sivil topluma, hem Avrupa’ya negatif, korkutucu mesajlar yayınlanıyor.

Hukuk açısından bir diğer garabet, tabii Suriyeli mültecilerin sosyal medyada muz yedikleri için sınırdışı edilmesi girişimi. Bir espriye karşı reva görülen zulmü herkes gördü. Kavala’ya göre daha “light,” yer yer komik, belki trajikomik sayılabilir. Ama sathın altındaki ırkçılığı da gözümüze soktu. Güvenlik güçlerinin tahammülsüzlüğü, huşuneti ve kanunlardan habersizliğini de. Yani şimdi hangi yasanın hangi maddesine giriyor, kamera karşısında muz yemenin, elleri tersten kelepçelenip gözaltına alınmayı ve sınırdışı edilmeyi gerektirecek bir davranış sayılması?

Kavala ve diğer, keza siyasî nitelikli bazı dâvâlar hakkında, Anayasa Mahkemesi olsun, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olsun, çeşitli hak ihlâli, yeniden yargılama, salıverme kararları aldı. Bunlar çoğunlukla uygulanmıyor. Daha alt derecedeki mahkemeler, “ben yaptım, oldu” dercesine uymama kararı alıyor. Oysa AYM için en ufak bir takdir hakkı söz konusu değil. Keza AİHM kararları, Türkiye’nin resmî imzasıyla kabullendiği, içine girdiği, tarafı olduğu uluslararası hukuk açısından mutlak surette bağlayıcı. Dolayısıyla on büyükelçinin mektubu, içişlerimize karışmıyor; hükümete dışişlerindeki bu bağlayıcılığı hatırlatıyordu. Ama buna gelen reaksiyonda, hem Osman Kavala bir kere daha siyaseten suçlanıp yargısız mahkûm edildi. Hem de onunun birden “istenmeyen şahıs” ilân edilmesi (talimatı) dünyadaki yerimizin üzerine bomba gibi düştü. Kolay unutulmayacak, zararı kısa vâdede onarılamayacak bir deprem yarattı.

Batı ile ilişkimizi geren başka faktörler de var kuşkusuz. En başta S-400’ler geliyor. Niye aldık Rusya’dan bu hava savunma sistemini? Neyi düşünerek aldık? NATO üyeliği ve Batı silâh sistemleriyle, faraza F-35’lerle bağdaşmaz sayılacağını hiç mi öngöremedik? Neye yaradı şimdi? Kullanılabilecek mi? Kime karşı kullanılabilecek? Bu da bir diğer diplomatik bozguna dönüştü. Soğuk Savaşın son demlerinde Bülent Ecevit “duvarın öte tarafına geçmek”le tehdit etmişti Batıyı. Benzer bir imâ olarak mı düşünüldü S-400’ler? Öyleyse, icabında “geçmeyi” ve sonuna kadar gitmeyi göze almak gerekir bu oyunda. Ama “geçme”nin de önünde muazzam engeller olduğu açık. Bırakın, iki yüzyıldır oluşmuş ekonomik ve kültürel ilişkilerin olanca ağırlığını. Rusya ile aramızda Suriye’nin yanısıra artık Ukrayna da var. Çin ile aramızda Uygurlar ve insan hakları var (en son Birleşmiş Milletler’de satha çıkıverdiği gibi). Avrasyacı-ulusalcı faşistlerin, bu yükselen emperyalistlere sarılan kâh Rus, kâh Çin işbirlikçisi çığırtkanlıklarının örtemiyeceği gerçekler söz konusu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD başkanı Biden ile Roma’da yaptığı görüşme hakkında Beyaz Saray’dan ve Türkiye’nin İletişim Başkanlığı’ndan iki ayrı açıklama yapıldı. Birinde S-400’lerin, hukukun, adaletin ve insan haklarının konuşulduğu belirtiliyor. Diğerinde ise sadece görüşmenin pozitif bir hava içinde geçtiği kaydediliyor. Başlıbaşına bu fark kuvvetle vuruyor mağaramızın arka duvarına. Hemen ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Glasgow’daki COP26 iklim zirvesine katılmayıp Roma’dan Türkiye’ye döneceği (ve döndüğü) açıklanıyor. Gerekçe olarak, güvenlik koşullarına dair bir şeyler söylenir gibi oldu. Daha sonra, Erdoğan’ın kendi zırhlı aracını götürmesinin kabul edilmediği kamuoyuna  sızdı. Böylece Türkiye, bu çok önemli uluslararası buluşmada yer almadı, temsil edilmedi. Bu arada Nature dergisi, “Türkiye’nin de aralarında bulunduğu altı ülke, iklim krizine karşı ‘kritik derecede yetersiz’ noktada” değerlendirmesinde bulundu. Tabloyu, Biden’ın Demokrasi Zirvesi’ne dâvetli 106 ülke arasında Türkiye’nin yer almadığı haberi tamamladı. 

Diyordum ki. Yani, tabloyu tamamladı, tablo bu kadar işte diyordum ki. Hayır, değilmiş. Ansızın bir başka heyûla düştü arka duvara.  

Mehmet Eymür. 70’lerden, 80’lerden, 90’lardan canlanıp, yeni bir hayat bulup geldi günümüze. Konuştu. İyi kötü izliyorduk işte Türkiye’yi. Konuşmasıyla birlikte girişteki ateş de söndü. Her tarafı zifirî karanlık kapladı.

- Advertisment -