Bazı yazarlar vardır, bazı şairler, besteciler, ressamlar, aşçılar ya da siyasetçiler; yaptıkları işler hakkında konuşulurken kendi kültür ve coğrafyalarını çok iyi tanıdıkları, bunlardan beslendikleri söylenir. Esasında coğrafya ve kültür sadece bir eser yaratırken ya da bir iş yaparken beslenilecek bir kaynak değil, her birimizin hayat akışına ışık tutan ve devamlı zenginleşen bir hazine.
Acaba biz ayrı ayrı bireyler ve toplum olarak kendi kültür ve coğrafyamızdan ne kadar besleniyoruz? Kendi kültür ve coğrafyamızı ne kadar iyi tanıyoruz, temel taşlarını ne kadar iyi öğrendik, öğretildik? Bugün kendi çocuklarımız bu kültür ve coğrafyadan ne kadar haberdarlar, faydalanıyorlar?
Bence çok az. Bunun ne kadar az olduğunu geçen hafta seyrettiğim Gelin Tanış Olalım adlı oyundan sonra bir kez daha idrak ettim. Yazarının “türkülü seyirlik” dediği bu oyunun fikri 2014’te oyuncu Fırat Tanış ile yazar ve tiyatro yönetmeni Semih Çelenk’in bir sohbeti sırasında ortaya çıkıyor. Fırat Tanış’ın türkülerin hem söylendiği hem de hikâyelerinin anlatıldığı bir türkü müzikali hayali ile Semih Çelenk’in “hem ülkemizin hem insanımızın kaynağı ta köklerimize dayanan bir yeni dil hatırlatması” (1) ihtiyacına yönelik dramatik bir hikâye düşüncesinin ortak meyvesi Gelin Tanış Olalım. 2016’dan beri Türkiye’nin birçok şehrinde sahne alıyor, ama ben oyunun geç farkına vardığım, sonrasında ise bilet bulmakta zorlandığım için maalesef epey geç seyredebildim.
Gelin Tanış Olalım, Anadolu halk edebiyatı eserlerinden on iki deyişin-türkünün bir hikâye çizgisinde derlenmesinden oluşan bir oyun; Yunus Emre’den Karac’oğlan’a, Kaygusuz’dan Pir Sultan Abdal’a bu toprakların en bilge değerlerinin bizlerle buluştuğu olağanüstü bir birliktelik. Bugünden bir abdalın, dedelerinin hikâyesini anlattığı, baş koydukları yolun önemini paylaştığı, dostluktan, anlayıştan, fanilikten, kibirden, tevazudan, malın gelir geçerliğinden dem vurduğu bir yolculuk.
“Türkülerin yollarından geçerek, ezgilerin izlerini sürerek, aşktan ve hayattan, ayrılıktan ve vuslattan, sıla ve gurbetten, haktan ve hakikatten, dağların başından, suların kıyısından, ekinlerin içinden geçerek anlatıldı bu hikâye” diyor Semih Çelenk. Ben bütün oyunu kıpırdamadan büyülenmişçesine seyrettim, türküleri dinlerken tüylerim diken diken oldu. Sanki dağların kokusunu aldım, suların akışını duydum, abdalların sözleri içime işledi. Sanıyorum bütün salon aynı coşku içindeydi; çünkü galiba hepimiz bu zenginliği, bu duyarlılığı hissetmeye çok açız, çevremize korku ve nefret içinde değil anlayış ve sevgi ile bakmaya ihtiyaç duyuyoruz. Kendimiz ve geçmişimizde huzur bulabilmeye, toplum olarak kibirden arınmış bir özgüven duymaya hasret kalmışız.
Tüm bu hisler bir yana oyun sonrasında ciddi bir üzüntü sardı beni; bu değerlerden nasibimizi neden yeterince alamamışız diye? Düşündüm de ortaokul, lisede birkaç sayfada özet geçilmişti bütün bu eserler, düşünceler, bu özel insanlar. Mutasavvıf oldukları için mi, batı kültüründen uzak düştükleri için mi, yoksa dine bakışlarının farklılığı yüzünden mi bilemiyorum. Ya da acaba eğitim sistemimizin genele yayılan vasatlığı dahilinde bu konuları da üstünkörü geçmiş miydik? Neden mesela müzik derslerinde org ya da flüt çalmayı öğreteceğiz diye saatlerce nafile vakit harcatmak yerine bu eserleri hiç dinletmemişlerdi bize?
Kendi ilgisizliğim mi acaba diye şüphelenirken oyun hakkında yayımlanmış bir kitapçıkta oyunun yazarının şu sözleri dikkatimi çekti: “Biz lisede, ortaokulda, TRT’de bunları dinledik. Yunus Emre şiirlerini dinledik ama boş dinledik. Belli bir kompozisyon içinde sunulmadı bunlar ve o nedenle folklor haline geldi.” Bu cümleleri okuyunca en azından kendime dair içim rahatladı! Büyük değerlerimizden Yunus Emre’yi, Pir Sultan Abdal’ı çok iyi bilen, anlayan, derinlemesine araştıran, anlatabilen hocalarla karşılaşmıyoruz maalesef bu memlekette. Vasatlık böyle bir şey işte. Bu olağanüstü insanlar halk edebiyatı konu başlığı altında bir kutucuk ve bir fotoğraf ile geçiliyor, çoğu zaman da bu yapay yaklaşım sebebiyle sıkıcı bulunuyor. Ve böylece elimizden kayıp gidiyor coğrafyamız ve kültürümüz, her geçen gün biraz daha uzaklaşıyoruz bu eşsiz değerlerden.
Hem yazarına hem oyuncusuna hem de müzisyenlerine bu oyun için müteşekkirim. Çoğumuzun kalıplar halinde öğrendiği ve belki de artık unuttuğu deyişlerin, türkülerin, sözlerin keyfini yaşattığı ve belki de daha önemlisi bunların taşıdığı derinlik ve maneviyatı hatırlattığı, düşündürdüğü için. Kendimiz hakkında iyi hissetme fırsatını sağladıkları için. Duyarsız propaganda filmlerinden gayrı böyle eserler üretebildiğimize tanık olmak da ayrı bir moral sebebi. Fırat Tanış’ın sözleriyle bu oyun “yüzlerce yıllık ezberden, alışılmış yaygınlıktan artık ağdalanmış, böylelikle anlamını, değerini, aslında ne dediğini unuttuğumuz, şablonlara dönüşmüş bu içerik; oyunda hem kendisini, aynı zamanda hepimizi kendisinde yeniliyor.”
Klasik türkücülerimizin yanında müzik dünyasında yer alan birçok genç sanatçı ve gruptan halk müziği yorumları dinleyebilmek mümkün. Kulağınıza hangi tarz hitap eder bilemiyorum ama hepimizin aşina olduğu Gafil Gezme Şaşkın, Dostum Dostum, Minnet Eylemem türkülerine yeniden kulak kabartmanızı öneririm. Çok şey duyacaksınız ve çok iyi gelecek..
Son olarak, çocuklar ve gençlerin Gelin Tanış Olalım’ı seyretmelerini çok isterim; bu deyişlerin, bu büyük değerlerin okullarda hâlâ hakkının verildiğini zannetmiyorum.
(1) Gelin Tanış Olalım. Semih Çelenk. Ocak 2019. Arketip Yayınevi.