Sosyal medyada alıp başını giden “uçuk” haberler, kendilerinden “daha sorumlu ve ciddi” yayıncılık beklenen gazetelerde uç verince gülüp geçilemiyor, gazetecilik adına moral bozucu oluyor. Böyle durumlarda, onca okul bitirmiş, onca tecrübe biriktirmiş gazetecilerin bu tür şeylere nasıl olup da gönül indirdiklerini, şüphe etme melekelerini nasıl olup da bu kadar kolayına tatile çıkardıklarını anlamak zorlaşıyor.
Aslında anlaşılmayacak bir şey yok. Size gazeteciliğin olmazsa olmazı “şüphe” değil, “inanç” yön veriyorsa; yani kendinizi herhangi bir inancın, siyasetin, partinin, ideolojinin neferi gibi görüyorsanız, sonradan mahçup olacağınız “uçuk” enformasyonlara karşı hayli savunmasız bir konumdasınız demektir. Çünkü saflarınızı güçlendirecek, buna karşılık “düşman”ınıza darbe vuracak enformasyonlarla karşılaştığınızda bir “nefer” olarak öyle büyük bir heyecana kapılırsınız ki, önünüzdeki bilgi, “bana biraz daha dikkatle bak, palavra olduğumu anlayacaksın” diye bağırdığı halde onun “palavra” olduğunu ya da bir fiskede yıkılacak büyük çelişkiler taşıdığını göremezsiniz.
O kritik anda, nefer olarak gazeteci
Benim tecrübeme göre bu türden “uçuk” haberler, gazetecinin, neferi olduğu safları güçlendirecek bir habere imza atacak olmanın yarattığı mesleki-insani coşkuyla, “gazeteci kuşkusu” arasındaki savaşı birincinin kazanması sonucunda ortaya çıkıyor.
Gazeteci de bir insandır ve böyle bir haberi nihayet kotarıp yazı işlerine iletme aşamasına geldiği an, haberini dayandırdığı bilgilerin sıhhatine ilişkin son bir kontrol yapma iradesinin en zayıf olduğu andır. Buradaki kaygı, “bu kadar ince eleyip sık dokumam karşısında ya haberim düşerse” kaygısıdır. O kritik anda, bu kaygının yerini, “ya yayımlandıktan sonra haberim doğru çıkmazsa” kaygısının alması hiç kuşkusuz çok büyük bir olgunluk gerektirir. Bunu yapabilen bir gazeteci, icabında bir manşete imza atma şansını kaçırır ama okurlar karşısında mahçup duruma da düşmez.
Tabii, aynı şey muhabirden gelen haberi yeterince deşmeden sayfaya buyur eden editör ve yazıişleri kadroları için de geçerlidir. Onlar da gazeteciliği, bir inancın neferi olmak biçiminde algılıyorlarsa, tıpkı muhabir gibi haberi ince eleyip sık dokumadan yayımlama aculluğu içine gireceklerdir.
‘Uçuk’ haberler madalyonunun öbür yüzü: Okurlar
Fakat gazeteciler “uçuk haberler” madalyonunun sadece bir yüzünü oluşturuyor. Öbür yüzünde ise gazetelerinde “hakikat”ten çok yüreklerini soğutacak şeyler görmek isteyen “inançlı” okurlar yer alıyor. Bir gazete böyle okurlara sahipse (ki ister iktidara muhalif olsun ister müzahir, hemen hemen bütün gazetelerimiz ve onların okurları artık böyle), ne kadar “uçarsa uçsun” okurlarının kendisini cezalandırmayacağını bilir ve o durumda o da alır başını gider: Bu sürecin bir noktasından sonra iktidara muhalif gazeteler muhalif bir parti gibi, iktidara müzahir gazeteler de iktidar partisinin yayın organı gibi hareket ederler. Artık birinciler mücadele bülteni, ikinciler propaganda bülteni haline gelmişler, gazete olma vasıflarını kaybetmişlerdir.
Mücadele bültenlerinde de, propaganda bültenlerinde de esas amaç gerçeği aktarmak değil etki yaratmaktır. Eh, yalan olduğunu bile bile bu etkiye açık okurlar da olduğuna göre, mesele yok: Alan razı, satan razı… “Uçuk” enformasyonlar işte bu nedenle kolaylıkla haber kılığına girebilirler.
En taze örnek Sabah’tan…
Basınımızda hiç eksik olmayan uçuk haberlerin sonuncusu Sabah gazetesinden geldi. Haberin sosyal medyada ti’ye alınmasından sonra Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök, tabii dalgasını da geçerek Sabah’tan Hıncal Uluç’u “bu cahiller”e bir şey söylemeye davet etti. İşin ironisi şurada ki, Türk basınındaki gelmiş geçmiş en “uçuk” haberi yayımlayan gazete Hürriyet’ti ve o sırada gazetenin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’tü.
Gelin şimdi bu iki habere bir göz atalım, ki böylece “uçuk” haber derken nasıl bir şeyden söz ettiğimiz de anlaşılsın, bu arada biraz da eğlenelim… Önce taze uçuk haber…
Hacimden tasarruf etmek ve bir taşla iki kuş vurmak için, meseleyi Özkök’ün Uluç’a çağrısından öğrenelim… Ertuğrul Özkök’ün, “Hıncal abi bu cahillere bir şey demeyecek misin” başlıklı yazısından (Hürriyet, 11 Mart):
“Sabah gazetesinden tam bir araştırmacı gazetecilik örneği. Gazetenin ‘olay yeri inceleme ekipleri’ müthiş bir bulguya ulaşmışlar: ‘Boydak Holding’deki aramasını sürdüren polis, holding bünyesinde SAP adı verilen bir işletim sisteminin kullanıldığını belirledi. Yazılımın İpek Koza ve Kaynak Holding’de kullanılan yazılımla birebir aynı olması dikkati çekti.’
“Tabii sosyal medya bu cehaletin ağzının payını verdi. Sabah gazetesinin muhasebesinde kullanılan yazılımın da aynı sistem olduğu anında ortaya kondu… Sonunda iş mizah dergilerine kadar gitti. Bu haftaki Penguen’i oku…”
Hürriyet: ‘Türk bebekleri değiştirmişler!’
Ertuğrul Özkök belli ki pek eğlenmiş bu haberi okurken… Haklı da… Ama daha eğlencelisi var. Gelin, 1 Nisan 2002 tarihli Hürriyet’in dev puntolu manşetini birlikte gözden geçirelim… Gazetenin manşetindeki “Türk bebekleri değiştirmişler” başlıklı haber şöyleydi:
“Altı yıl önce çıkan ve bir TV programında önceki gece gündeme gelen bir kitapta, şu iddia yer aldı: Moon Tarikatı mensupları, hastanelerde yeni doğmuş bebekleri değiştiriyor… Bu inanılmaz iddia, Bayram Keten adlı bir yazara ait, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ve sadece 1000 adet basılan Ay Çarpması Ayinleri isimli kitapta yer aldı… İşte şok cümleler: ‘Amaçlarımızdan biri, her kadın-doğum hastanesine tarikatımızdan birini yerleştirip, çocukları karıştırıp, soy takibini engellemek.’ (…) Tarikata girmek isteyenler için bir hastanenin ankesörlü telefon numarasını da yayınlayan Keten, tarikatın tören alanının da Öküz Yaylası’nın üstündeki dağ tepelerinin arasında bulunan bir ova olduğunu vurguluyor…”
Böyle bir habere nasıl inanılır?
Haber, “ben palavrayım” diye bağırıyordu ama, belli ki gazetenin sayfalarına zorla buyur edilmeden önce yazıişlerine laf anlatamamıştı. O zamanlar yayında olan Medyakronik’te olayı şöyle değerlendirmiştik:
“Öyle bir haber ki, okur okumaz, gazetenin tepesindeki tarihle bağlantı kurmamak mümkün değil: 1 Nisan!!! Evet evet, bu mutlaka bir ‘1 Nisan’ şakası olmalıydı… Fakat değildi, son derece ciddi bir haberdi. Yazıişleri, kendi kendine, ‘Yahu, açıklanması durumunda çökecek gizli bir faaliyeti (hastanede çocukları değiştirme) neden açığa vursun bir tarikat mensubu’ diye sormamıştı belli ki… Sonra o telefon numarası… İnsan hiç değilse bir telefon etmez mi o numaraya? Sonra o Öküz Yaylası meselesi… Tarikat üyeleri yıllardır orada ‘tören’ yapacak da bundan kimsenin haberi olmayacak…”
O gün Medyakronik’te sormamışız, bugün sorayım: Öküz Yaylası nere ki?
Neyse… 2 Nisan’da (2002) Hürriyet Bayram Keten’i bulmuş. Daha doğrusu Bayram Keten Hürriyet’i bulmuş. Peki, ne demiş? Gazeteden okuyalım:
“Profesörlerin tartıştığı yazar Bayram Keten konuştu: Yazdıklarımın hepsi hayal ürünü, romanıma din-kurgu denebilir…”
Eğlence sonraki günlerde de devam etti: Şişli Cumhuriyet Savcısı Turgay Evsen, haberin yayımlandığı gün Bayram Keten hakkında soruşturma başlattı. Savcı, Türk Ceza Kanunu’nun 445. maddesinden dava açmayı düşünüyordu… Madde, ele aldığı “suç”u şöyle tanımlıyordu: “Nesebi yok etmek ve değiştirmek…”
O günlerde, neşe içinde haberi takip etmekte olan Medyakronik ekibi savcı Evsen’i aramayı akıl etmiş ve anlatılanların “kurgu” olduğunun ortaya çıktığını, bu durumda ne yapacağını sormuş… Savcı da, evet, ikinci gün öyle olduğunu öğrendiğini, ama soruşturma bir kez açıldığı için devam edeceğini belirtmiş… Bu arada bir girişim de parlamentodan gelmiş… Saadet Partisi milletvekili Zeki Çelik “Hastanelerdeki Türk bebeklerin değiştirildiği” haberlerinin doğru olup olmadığını sormuş…
İşte böyle… Türk basını uçuk haberler yönünden o kadar zengin ki, aslında kimsenin kimseye söyleyecek lafı olmamak gerekir. Fakat hafıza-i beşer nisyân ile malûl olduğu için Ertuğrul Özkök bile laf çakma hakkını bulabiliyor kendisinde.
Bir gün yine bir vesile olursa, Taraf’ın ünlü “Yazıcıoğlu’nun helikopteri NTV santralından gönderilen sinyallerle düşürüldü” manşeti başta olmak üzere basınımızdaki uçuk haberlerin en unutulmazlarından bir seçme yaparız…