[15-16 Ocak 2020] “Çin ve Hong Kong” ile devam edecektim. Oradan “Çin ve Avustralya”ya geçecektim. Vakit kalmadı. Yeni nesil “kişiye tapma kültleri”nin merkezindeki güçlü liderler, milliyetçiliği her gün daha fazla kışkırtıyor; insanlığa yeni yeni demokrasi düşmanlığı örnekleri sunuyor.
Üstelik herşey alabildiğine pişkince, fütursuzca, gözünü çıkarırcasına yapılıyor. Komünist rejimler birçok bakımdan uzak yüzyılların geleneksel hanedan devletlerini andırır. Demokrasilerde parti veya hükümet başkanları seçimle gelir, seçimle gider. Ezelî ve ebedî liderlik diye bir şey yoktur. Kuşak değişimi illâ büyük bir sarsıntıya yol açmaz. Sahneden çekilmek üzere olan, yerini kimin alacağını kendisi belirlemeye kalkmaz. Oysa bir komünist partisinde, hele iktidardaki bir komünist partisinde, “tarihsel şef”in yerini kimin alacağı enikonu bir saltanat veraseti meselesidir. Derin bir kriz demektir. Acaba halefler seleflerinin devrimci mirasına sadık kalır mı, ya da hangisi kalır? Böyle böyle, geçmiş bugünü ve geleceği, yaşlılar gençlerin iradesini ipotek altına almaya kalkar. İkinci bir sorun da, hukuk devleti ve yasal güvenceler diye bir şey olmadığından, kimsenin politbürodaki koltuğunu terketmek istememesidir. Kendi isteğimle yüksek iktidar katını terkedersem, neye yaslanabilirim? “Kurtlukta düşeni yemek kanundur” misali, eski yoldaşlarım bana ne yapar acaba?
Bu ideolojik saplantılar, korku ve endişeler yüzünden, çok uzun süre en üst kademelerde “devrimden emeklilik” diye bir şey yoktu; öyle ki, Çin’de 1970’lerin ikinci yarısında (Kültür Devrimi faciası nihayet aşırı solculuğun ihtilâçları içinde tükenirken), Sovyetler Birliği’nde ise 1980’lerin başlarına gelindiğinde (Brejnev’in gri ve bıkkın, boğucu son demlerinde) her iki ülkeyi ve partiyi çoktan miadını doldurmuş 70’lik ve 80’likler yönetiyordu. Mareşal Yeh Çienying toplantılara kolları iki genç askerin omuzunda girip çıkıyor, ihtimamla koltuğuna yerleştiriliyor ve gene ihtimamla kaldırılıp götürülüyordu. Moskova’da ise Yuri Andropov ancak 15 ay, Konstantin Çernenko 13 ay kalabilmişti genel sekreterlikte. Çünkü gün gelip tahta oturmayı bekleyişleri, Prens Charles’ınkinden de çok uzun sürmüştü.
Sovyetler Birliği 1980’lerin sonlarında toptan çöktü; Çin’de ise bu fasit daireden çıkmayı, kendisi de olgun ihtiyarlardan olmakla birlikte, reformcu karakteriyle Deng Şiaoping denedi. 80’lerin başlarında bütün gücünü kullanarak zorunlu rotasyona dayalı bir tür “kollektif önderlik” sistemi kurdu. Buna göre, parti başkanı ve başbakan ikili bir tim oluşturacaktı. Başbakanlık, parti başkanlığına geçiş basamağı anlamına gelecek; kimse bu iki mevkide ikişer dönemden fazla kalamayacak; parti başkanlığından ayrılma zamanı geldiğinde, partinin en kıdemlilerinin meydana getirdiği “âkil adam” danışma kurullarına kaydırılacaktı.
Bu düzen “Deng Şiaoping anayasası” diye de bilinen 1982 anayasasına girdi ve 30 yıl işledi; Li Şiannian, Yang Şanggun, Cian Zemin ve Hu Cindao bu çerçevede birbirini izledi. Derken 2013’te Şi Cinping (Xi Jinping) başa geldi. Kısa zamanda belli oldu ki özel bir gündemi vardır ve oyunu çok da Deng’in kurallarına göre oynamayacak, kendi kurallarını getirecektir. Yolsuzlukla savaş adı altında bir kısım rakiplerini tasfiye ederken adım adım güç topladı ve hemen bütün kilit mevkileri ele geçirdi. İki yüz küsur yıl gerilere gidelim. Fransız Devriminin askerî diktatörü pozisyonuna yükseliş sürecinde, Napolyon iki veya üç kere darbe yapmıştı, 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarında. İlkinde, Jakoben takvimiyle VIII yılının 18 Brumaire’inde (9 Kasım 1799) parlamentonun ve ordunun bütün yetkilerine el koyarak Konsüllük idaresini kurmuş ve kendisini Birinci Konsül yapmış; ikincisinde, 1802 referandumunda yüzde 99.7 oyla “ömür boyu Birinci Konsül” seçilmiş; üçüncüsünde, 2 Aralık 1804’te “Fransızların İmparatoru” tâcını kendi elleriyle giymişti. Yaklaşık elli yıl sonra yeğeni Charles-Louis Bonaparte’daydı sıra. Büyük amcasının ismini de kullanarak, 10-11 Aralık 1848 seçimlerinde oyların yüzde 74.2’sini alıp cumhurbaşkanı seçilecek; Ulusal Muhafız üniforması giyip “Prens-Cumhurbaşkanı” sıfatıyla göreve başlayacak; normal süresi tamamlandığında iktidardan gitmemek için 1-10 Aralık 1851’de âdetâ kendine karşı darbe yapıp konumunu pekiştirecek; bu sayede 1852’de anayasayı değiştirip, 10’ar yıllık dönemler halinde istediği kadar cumhurbaşkanı kalmasını sağlayacak; bununla da yetinmeyip, oyların yüzde 97’sini (?) aldığı ilân edilen 21-22 Kasım 1852 referandumu temelinde, 2 Aralık 1852’de kendisini III. Napolyon adıyla imparator ilân edecekti.
Şi Cinping ne kadar tarih, özellikle Avrupa ve Fransa tarihi biliyor, kestiremiyorum doğrusu. Ama belki de hiç tarih bilmek gerekmiyordur bu işler için; bu tür kapalı toplum ve kapalı rejimlerde, iç mücadelelerde ustalık ve amansızlık, görünüşte çok farklı toplumlarda da olsa tekrar tekrar aynı mantığa, aynı hamlelere, aynı örüntülere götürebilmektedir. Nitekim, işe bakın ki bir zamanların “burjuva” diktatörleri olarak I. Napolyon’un 1799-1804 ve III. Napolyon’un 1848-1852 arasında önemli ölçüde Fransız milliyetçiliğine yaslanarak attığı hemen aynı adımları, bir komünist partisi lideri olarak Şi Cinping attı 2013-2018 arasında: bir tür Büyük Çin milliyetçiliğini de sürekli köpürterek bütün yetkileri ellerinde topladı; hem parti başkanı, hem devlet başkanı, hem partinin askerî komisyonu başkanı oldu; nihayet Çin’in “dünyada hakkı olan yere oturması” dâvâsı uğruna 2018’de anayasayı da değiştirterek, kendi adıyla anılan “Şi Cinping anayasası”nda iki dönem sınırını kaldırdı ve ömür boyu başkan kalmasını mümkün hale getirdi.
* * *
Şimdi bütün bunları neden anlattım? Çarşamba (15 Ocak) akşamı yorgun argın eve geldim; bir dersimin 100 küsur öğrencisinin notlarını girdim; biraz da ne olup bitiyormuş bakayım diye internete girdim — ve Rusya’nın KGB kökenli otoriter lideri; kısmen Korkunç İvan, kısmen Büyük Petro, kısmen Stalin karışımlı Vladimir Putin’in, (a) 1999-2008 arasında iki dönem devlet başkanlığı, sonra sadık adamı Dimitri Medvedev’le danışıklı biçimde 2008-2012 arasında başbakanlık, sonra 2012’den bugüne bir kere daha Medvedev’le yer değiştirip devlet başkanlığı yapması, yani 20 yıldır kesintisiz iktidarda olması yetmiyormuş gibi, üstelik şimdiki (dördüncü) başkanlık döneminin sona ermesine de daha dört yıl varken (yani 2023’e gelindiğinde, iktidar süresi 24 yılı bulacakken)… halen 67 yaşında olduğu, yani o zaman 71’ine geleceği halde, (b) bu süreyi dört dönem sınırını kaldırarak daha da uzatmak, yani fiilen ömür boyu devlet başkanı kalmasını ve yetkilerinin daha da arttırılmasını sağlamak için ansızın çok kapsamlı anayasa değişiklikleri önerdiğini; (c) tam bir sürprizle karşılaşan ve artık bu kadarına katlanamayan Medvedev’in ise, “bu değişiklikler… yürütme gücü, yasama gücü ve yargı gücü arasındaki bütün iktidar dengelerini değiştirecektir” sözleriyle hükümetin istifasını sunduğunu; buna karşılık (d) Putin’in başbakanın istifasını kabul edip diğer bakanlardan görevde kalmalarını istediğini, yani hükümete el koyduğunu ve git ki artık ben doğrudan yöneteyim demeye getirdiğini öğreniverdim.
Ne denir? Böyle bir evreden geçiyoruz tarihte. Marx Louis Napolyon’un 18 Brumaire’i [ya da Louis Napolyon’un Hükümet Darbesi) kitabını yazıp önce New York’ta yayınlayalı 167 yıl oluyor. Girişinde, (mealen) tarihte bütün büyük olaylar iki kere cereyan eder, fakat birincisinde trajedi, ikincisinde fars (güldürü) olarak, diye aforizmatik bir lâf sarfetmişti. Sonradan çok meşhur oldu. Fakat hangi ikinci? İkinci mi kaldı, on ikinci mi, yirmi ikinci mi? Bugün de dağ taş Bonapartist kaynamakta. Şi Cinping’den sonra bu sefer Vladimir Putin’den bir Ahmet Davutoğlu darbesi yaşıyoruz. Bir anda sıfırlanan Medvedev’in yerine başbakanlık için Ekonomi Bakanı Maksim Oreşkin’in, Moskova Belediye Başkanı Sergey Sobyanin’in, Enerji Bakanı Aleksandr Novak’ın isimleri geçiyormuş. Bunlar da herhalde Rusya’nın Binali Yıldırımları oluyor.