Siyasî otoritenin isteği ve talebiyle Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) üniversite mevzuatını değiştirmek üzere harekete geçti. Sistemde çeşitli değişiklikler getiren bir kanun tasarısı MEB’ten geçti ve TBMM’ye gönderildi. Planlanan ve yapılmak istenen değişiklikler daha çok akademik kademelerle, ünvanlarla ve akademik yükselmelerle, atamalarla ilgili.
Türkiye’de üniversitelerin çoğunun tüm maliyetleri devlet tarafından karşılanıyor. Hem de izlenebilecek en kötü yöntemle. Sistemin asıl unsuru olan öğrenciler, doğrudan finanse edilmek yerine kurumlar aracılığıyla finanse ediliyor. Bu yöntem rekabet yokluğundan şeffaflık eksikliğine, ağırlaşan üniversite bürokrasisinden etkinsiz kaynak kullanımına kadar birçok soruna yol açıyor.
Şüphe yok ki vergilerle oluşan kamu fonlarını kullanan üniversitelerin, siyasî otoritenin ilgi ve müdahalelerinden tamamen uzak olması beklenemez. Sanırım toplumun çoğunda böyle bir beklenti de yok. Kimse devlet üniversitelere hiç karışmasın demiyor. Tartışmalar devlet müdahalesinin niteliği ve istikameti üzerinde yoğunlaşıyor.
Demokratik bir sistemde üniversiteler, işleyişlerinin ve kullandıkları kaynakların hesabını topluma vermek zorunda. Bu doğrudan yapılamayacağı için siyasî otorite aracılığıyla gerçekleştirilir. Dolayısıyla siyasî otoritenin üniversiteye ilgi duyması garip görünmüyor. Bununla beraber bu, siyasî otoritenin sık sık ve iç işleyişi temelden etkileyecek şekilde akademik hayata müdahalesinin şart ve yararlı olduğunu göstermez. Her meslek gibi akademik mesleğin de kendine mahsus özellikleri vardır. Akademik camianın iç işlerinde kısmî de olsa bir özerkliğe sahip olması gerekir. Aksi takdirde üniversiteler sağlam akademik çalışma için gereken partizanlıktan uzak kalma, birbirleriyle rekabet edebilme ve sıcak olayların şehvetine kapılmama gibi özelliklere sahip olamaz.
Bu çerçevede, akademik hayatta hangi kademelerin var olacağına ve bu kademelere yükseltmenin nasıl yapılacağına camianın kendisinin karar vermesi, dış müdahalelerden daha uygundur. Bunu söylerken akademik camiayı yüceltiyor ve kusursuz işlediği ya da işleyeceğini ileri sürüyor değilim. Türkiye’den daha kötü olanlar da dahil, dünyanın her tarafında üniversitelerin işleyişinde çeşitli problemler var. Buna karşılık, üniversite hayatının daha serbest ve iç işleyişin özgür olduğu yerlerde akademik gelişmenin daha iyi olduğu görülüyor.
Türkiye’de tüm eğitim sistemi gibi üniversite sistemi de ideolojik endoktrinasyon amacıyla kuruldu ve uzun süre tek biçimci olarak kaldı. Demokratik hayatın akışı kaçınılmaz olarak üniversite hayatında bir çeşitlilik yarattı. Ama üniversiteleri resmî ideolojiyi yeniden üretme ve gelecek nesillere aktarma yeri olarak görme zihniyetinin ne kadar değiştiği tartışmaya açık. Öyle sanıyorum ki AK Parti iktidarları bu bakımdan hem bazı iyi gelişmelere, hem de bazı yanlışların doğması veya tekrarlanmasına yol açtı.
Teklif edilen değişiklik yardımcı doçentlik kadrosunu kaldırıyor. Bunun neden gerekli olduğuyla ilgili tatminkâr bir siyasî veya bürokratik açıklama duymadım, görmedim. Yardımcı doçentlik, doktora yapma ile doçent olma arasındaki mesafeden doğan öğretim üyesi açığına bir tedbir olarak düşünülmüştü. Hiç ihdas edilmese de olurdu. Ama kırk yıla yaklaşan bir süre için bu kurum gelişti ve sisteme yerleşti. Şimdi aniden kaldırılıyor.
Yardımcı doçentlik kadrosunun kaldırılmasının ne yararı olur, bilmiyorum. Netice itibariyle yardımcı doçentlik kadrosu bir taraftan akademik çalışmayı teşvik ediyor, diğer taraftan öğretim üyesi kadrosunu takviye ediyordu. Şimdi yardımcı doçentler bir tür tenzili rütbe ile “doktor öğretim görevlisi” olacaklar.
Ancak burada bir hatâ var gibi. Hâlihazırda öğretim görevlileri akademik heyetlere ve jürilere katılamıyor. Doktorası olanlar bile bu durumda. Şimdi ise yardımcı doçentlikten doktor öğretim görevliliğine tabiri caizse “şutlanan”lar heyetlere katılabilecek. Böylece iki sınıf öğretim görevlisi olacak. Bu, öğretim görevlileri arasında eşitsizlik ve belki de gerilim yaratacak. Oysa “doktor öğretim üyesi” denip doktoradan sonra bu kadroya geçiş kolaylaştırılsa böyle bir sorun doğmazdı.
Diğer taraftan, yardımcı doçentlik kadrosunun kaldırılması hâlen bu statüde bulunanlar için tenzili rütbe olacaktır. Bu insanların bunu bir haksızlık olarak algılayacağına eminim. İdare hukuku açısından tartışılabilir, ama doğrusu şu olurdu: Mevcut yardımcı doçentlik kadroları muhafaza edilir, yeni yardımcı doçentlik kadrosu açılmazdı. Böylece zaman içinde bu kadro kendiliğinden, bir mağduriyet yaratılmadan ortadan kalkmış olurdu.
Yardımcı doçentlik bu kadrolardaki insanların toplumsal statüsü açısından da önemliydi. Etrafta böyle tanınıyorlardı. Şimdi ailelerinin ve tanıdıklarının nazarında daha alt olduğu belli bir statüye itilmiş olacaklar. Bu, açık bir haksızlık değil mi?
Doçentlikte sözlü sınavın kaldırılması gerektiği akademik camiada uzun süredir konuşulmaktaydı. Bu sınavlarda zaman zaman haksızlıklar yapılabildiğini biliyorum. Ben kendim de ideolojik ön yargı yüzünden sorun yaşamıştım. Ancak, doçentliğin kazanılmasının üniversitelere bırakılması cari yapı içinde büyük hata teşkil eder. Bunun yerine ÜAK’ın daha da ciddileştirilmiş bir şekilde doçentliğe yükseltilmeyi düzenlemesi uygun olur.
Üniversitelerde dil barajının aşağı çekilmesi de yanlış. Tam tersine, yukarı çekilmesi gerekirdi. “Akademik hayatta yabancı dil gerekir mi gerekmez mi?” tartışması anlamsız. Elbette gerekir. Türkçe dünya akademik üretiminde ağırlıklı bir dil olsaydı buna ihtiyaç kalmazdı. Sadece Türkiye’deki akademikler için değil, dünyanın her yerinde ana dili İngilizce olmayan akademisyenler için İngilizce şarttır. İngilizce bilmeyi “emperyalizm”le ilişkilendirmek düpedüz demagoji. “Akademisyenler çevirmen değil… kitaplar Türkçeye çevirtilebilir” sözleri de topu taca atmaktır. Söz konusu olan çeviri değildir; o ayrı bir iştir. Dili çok iyi olanlar bile çeviri yapamayabilir. Önemli olan okumak, anlamak ve atıf yapabilmektir. Daha üst seviyede, konuşulanı anlamak, konuşmak ve yazmak gelir. Akademisyenleri buna teşvik etmek gerekirken dil yeterlik seviyesini düşürmek, “biz dünyadaki akademik yarışta geri kalmak istiyoruz” demektir. Çeviri de meseleyi çözmez. Çünkü dünyadaki akademik literatür bizim çevirebileceğimizden daha büyük bir hızla büyüyor. Kaldı ki akademik çevirileri de daha ziyade akademiklerin yapması gerekir. Disiplinlerden habersiz kimseler, dilleri ne kadar iyi olursa olsun akademik metinleri hakkıyla çeviremeyebilir.
Akademik dünyada standartları düşürme çabası şuna benziyor: Türkiye’nin dünya futbolundaki yeri iyi değil. Barselona kadar iyi futbol oynayamıyoruz. Buna dayanarak “bizdeki futbolda ofsaytı kaldıralım, daha çok gol atalım” desek yanlış bir şey yapmış oluruz. Niyetimiz ne olursa olsun, dünya futbolundaki yerimizin daha da kötüleşmesine yol açarız.
YÖK ve siyasî otorite akademik dünyada bir değişiklik yapmaya kalkmadan önce daha çok kişiyi ve kesimi dinlemeli, daha çok araştırmalı.