Hatırlanan geçmiş, kayıt altına alınmış geçmişten çok daha geniş bir ülkedir. Kayıt altındaki geçmiş, belleğin zapt ü rapt alındığı ve bugünün norm, değer ve koşullarından maziye baktığımız bir politik tavra işaret eder. Bu yönüyle geçmiş uzun sessizliklerden oluşur. Çünkü geçmişi denetleyen bugünü denetler ve bizim kendilik imgemizi sarsabilecek her türlü geçmiş anlatısı, iktidarın görünmez aygıtlarıyla susturulur. Kendimizi bir parçası saydığımız toplum veya grupların yaptığı haksızlıkları duymak istemeyiz. Bellek çoğu zaman bugünden kurduğumuz bir inşadır ve geçmişi de bugünün bilgi, tercih ve anlatılarını destekleyecek şekilde hatırlama eğilimindeyizdir. Özellikle kendimizi içinde bulunduğumuz grupla fazlaca özdeşleştirme eğilimi gösteriyorsak, grubumuzun geçmişteki hatalı davranışları ruhsal olarak bizi tehdit eder ve suçluluk duygusuyla baş başa bırakır. Geçmişten üretilen kollektif bellek, ideolojilerin savaş alanıdır ve ‘geçmişin farklı versiyonları, bugünü denetim altına almak için birbiriyle mücadele eder durur’. Bugünün ‘bellek endüstrisi’ veya ‘bellek patlaması’ çağında neyi hatırladığımız kadar neyi unuttuğumuzu da araştırmamız gerekiyor. Eskimo şiirinin yalnızca sözcüklerle değil, o sözcüklerin arasını dolduran sessizliklerle yazıldığı söylenir. Neyi unuttuğumuzu hatırlamak, ‘geçmişin susturulduğu’ anlara dönüp bakmak demektir. Neyin hatırlanması gerektiğini belirlemek demektir.
Howard Zinn ABD Halklarının Tarihi’nde devlet belleği ile bireysel bellekler arasındaki ayrıma dikkat çeker. Sözgelimi Kolomb’un ve onu izleyenlerin denizci ve kaşif olarak kahramanlıklarını vurgulamak ve soykırımlarını önemsizleştirmek teknik bir zorunluluk değil, ideolojik bir seçimdir. Bu soykırıma farkında olmadan onay vermektir. Tarihi kurbanların gözünden görmeye çağırır bizi Zinn, Arawak yerlilerinin yaşadığı büyük katliam, Kolomb’un yüceltilmesiyle sessizce onaylanmakta ve ‘devlet dersinde öldürülen’ milyonlarca öğrenci, kurbanın yanında saf tutmak gibi bir erdemden yoksun kalmaktadır. Kurbanlar için ağlayıp kurban edenleri itham etmek tek başına bir çıkar yol değildir günümüz dünyasında, zira kurban edenler ile edilenler arasındaki çizgi belirsizleşmiş, kurbanlar yeri gelmiş kendilerine başka kurbanlar bulmuşlardır. ‘Zor durumdakilerin çığlığı her zaman haklı olmayabilir fakat onlara kulaklarınızı kapatırsanız hakkın ne olduğunu asla öğrenemezsiniz’ der Zinn. Geçmişte insanların direnç ve dayanışma gösterdiği, yıldızın parladığıo anları kayda geçirmekle, içinde yaşadığımız günleri merhamet ve ihtimam ahlakıyla buluşturma şansımız olur.
İnsanlığın yaşadığı trajedileri derinlemesine araştırmak, bizi her şeyin unutulup gideceği yolundaki karamsar düşünceden korur. Açığa vurulmamış sayısız yara susturulmuş bir geçmişten bugüne fırlayarak ifşa edilmeyi bekler. Ama bunu nasıl yapacağız? Geçmişin hatalarını nasıl telafi edeceğimize kim nasıl karar veriyor? Bir tür ‘bellek şişkinliği’nden mustarip dünyamızda, travmatik anılara saplanıp kalmak bizi geleceği felç etmek gibi bir tehlikenin sularına getirip bırakabilir mi? Geleceği ıskartaya çıkaran bir geçmiş telakkisi, sadece yeni çatışma ve düşmanlıklar üretir. Geçmişin acılarının üzerini örtmemekle aslında bugüne dair bir taahhütte bulunmuş oluyoruz: Yapılmış olan haksızlığın farkındayız ve bugün biz bu haksızlığı yapmayacağımıza dair söz veriyoruz. Mağdur ve madunların geçmişte yaşadıkları acıların resmi olarak kabul edilmesi, tarihsel belleği dönüştürebilecek bir güce sahiptir. Böylece suçu işlemiş olandan kendimizi ayrıştırır ve bugünü daha demokratik ve eşitlikçi bir biçimde kurma imkânına kavuşuruz.
Michel-Rolph Trouillot, Geçmişi Susturmak adlı kitabında bu konuda harikulade bir tartışma yürütüyor. ‘Sahicilik bugüne karşı dürüst olmaktan gelir’ der, ‘zira geçmişi anlamlandıran/sunan bugündür… Köleliği lanetlemek basittir ve bugünün bakış açısıyla onu yadsımak kolaydır ancak amaç sahici olmaksa, reddedilmesi gereken köleliğin bugün nasıl sunulduğunu belirleyen günümüz ırkçılığıdır…Günümüzde hiçbirimizin Afrika kökenli Amerikalıların köleleştirilmesi konusunda sahici bir tavır takınması mümkün değildir. Gerçek bir tavır takınabileceğimiz mevzular, şu an sürmekte olan ayrımcılıklardır’. Geçmiş hakkında bildiklerimiz, bugün adaletsizlik, eşitsizlik ve sömürgecilik karşısında aktif bir tutum alabildiğimiz kadarıyla anlam kazanır. Geçmiş, bugünün ayrımcılığına ve baskılarına karşı mücadele verdiğimiz kadar buradadır. Sahiciliğimiz bugün verdiğimiz savaşımdan gelir, acı güzellemelerinden ve ‘yara fetişizmi’nden değil.
Rahmetli babam, dedemden bir hatıra nakletmişti. Merzifon’da köyümüzde zengin bir toprak sahibinin Ermeni bir çalışanı varmış. Tehcir sırasında çok sevdiği için onu saklamış. Bir süre sonra ikinci bir emir ulaşmış köye, Ermenileri saklayanların cezalandırılacağını söyleyen. Adam o ‘çok sevdiği’ çalışanını uzakta bir tarlasına götürüp katletmiş. O günden sonra geceleri bir daha asla uyuyamadığı söylenirmiş. Bunu nakledilmiş hatırayı kişisel belleğime almış ama unutmuştum. İki binli yılların başında ziyaretçi profesör olarak bulunduğum McGill Üniversitesi’nde, Kırım Türkleri üzerine uzun zaman önce hazırlamış olduğum bir belgeseli sunduktan sonra, ön sırada oturan bir dizi Musevi profesörün soykırım üzerine saldırganca sorularına muhatap olduğumda afallamıştım. Bu konu benim gündemime hiç gelmemişti ve o zaman dek ‘iktidarın ürettiği tarih’le yetinmiştim. O gün ezberlediğimiz tarihten cevap veremediğim sorular benim için acı bir deneyimdi. Bu konudaki bilgisizliğime hayıflanmıştım. Günler sonra para çekmek için gittiğim bankadaki kadın, Türk olduğumu öğrendiğinde, ‘ailem Kilis’ten Mısır’a tehcir edildi ve ölene dek Türkçe konuştular’ derken gözlerinde nefretten çok hüzün vardı.
Geçmişi susturmak sadece bugünü zehirler. ‘Yeryüzünün kodamanları’nın Eskimolara, Cezayirlilere, Japon kökenli yurttaşlarına, Kızılderililere, Afro Amerikalılara, Aborijinlere, Maorilere karşı dilediği özür ancak ve ancak bugün Ortadoğu’yu bombalamadıkları ve sınırlarımızı yeniden çizmek için milyonlarca insanın hayatını harcanabilir bulmadıkları sürece anlamlıdır. Mültecileri taşıyan botları imha etmekten bahsedebilenlerin geçmişe dönük üzgünlüğü veya başka milletleri geçmişlerinden utanmaya davet etmeleri, hiçbir maliyeti olmayan bir retoriktir. Bugün süregiden katliamlarda payı olan ‘haydut devletlerin’ kendi geçmişlerindeki terör ve ayrımcılıklardan utandıklarını ancak bugün sömürgeci emellerinden vazgeçmeleriyle anlayabiliriz. Ötesi laf ü güzaf ve organize riyakârlığın devamından ibarettir.
Hatırlamak, ‘size yapılmış olan şeyden ben sorumlu değilim, ama bugün, yapılan şeyin ne kadar yanlış olduğunu görebiliyorum. Çekilmiş olan ızdırabı anlıyorum ve senin de benim ızdırabımı anlamanı beklemem gerekmiyor. Senin acını tanımakla bir sorumluluğu üstüme alıyorum. Bunu yapıyorum, çünkü ikimizin de geçmişin hapishanesinden kurtulmamız gerekiyor’ diyebilmektir. Acını tanıyorum çünkü sadece insanlar arası ilişkilerin değil, gruplar arası ilişkilerin de adalet üzere cereyan etmesi gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’nin yeni paradigması inkâr ve red politikaları üzerine değil merhamet üzerine şekillenmeli. Bu toprakların üzerinde geçmişte sesi kısılmış, dilsizleştirilmiş olan kim varsa onu anlamaya çalışarak. Bugünü sahicilikle, geçmişin hatalarından öğrenmek suretiyle kurarak. Unutarak uzlaşılmaz. Unutanlar konuşamaz. Konuşmak için bir ‘hatırlama adaleti’ sağlamak gerek. Tarih her milletin iniltileriyle dolu. İniltilerin bir önceliği yoktur. Her acı, insanlığın acısıdır.