‘Uyaran ve tepki arasında bir boşluk var ve o boşlukta bizim tepkimizi seçme özgürlük ve kudretimiz yatar. Tepkimizde de gelişme ve özgürlüğümüz saklıdır’ demiş Viktor Frankl. Ülkemizi yas ve kedere boğan son terör saldırılarından sonra gösterilen tepkileri bu cümlenin ışığında okuyabiliriz. İlk dakikada ‘katil devlet’ diyen de , ‘oh olsun orada ne işleri vardı’ diyen de aynı gelişmemişlik ve ideolojik esaretten mustarip. Devleti katil ilan eden ideolojik bakış, kollektif kimliği ve meşruiyeti, insanların yaralanmışlığı ve ezilmişliği üzerinden tanımlayarak travmayı politik bir söyleme dönüştürmek istiyor. Bu bakış bizi unutuş ve hatırlayışın politik anlamlarına davet ediyor ve sol hafızanın mazlumiyet anlatısını berkitip buradan bir öfke inşa etmeye yöneliyor. Bu ideolojik el çabukluğu insan zihninin anlamaktan çok örtmeye, keşfetmekten çok gizlemeye yarayan kolaycılığını devreye sokuyor. Pek çoğumuz toplumsal olaylara bakarken önden kabul ettiğimiz inanç ve düşüncelerin teyit edilmesini bekliyoruz. Hakikat her zaman zihnimizin prizmasında kırılarak bize ulaşıyor ve olan bitende gördüğümüz, görmeye niyetlendiğimizden başkası olmuyor. Devleti katil ilan edenler aslında şunu söylemek istiyor: ‘Devlet geçmişte nasıl idiyse şimdi de öyledir, geçmişte benzeri günahları olan bir devlet bugün de aynıdır ve değişmemiştir. Bu olayın faili kim olursa olsun suçlanması gereken yer devlettir’. Böylece bir mazlumiyet ideolojisi (zalim devlet/mazlum halk) etrafında insanların geçmiş yaraları diri tutuluyor ve o bellek, bir politik kimliğe dönüştürülüyor. Ankara’da vuku bulan terör tam da bu yaraya tuz basıyor, katliam mağdurlarına ‘neden ölen hep biz oluyoruz?’ sorusunu sorduruyor ve toplumsal yarılmayı derinleştiriyor.
Buhran zamanlarında, yoğun ıstırap anlarında hepimiz şu temel soruya cevap ararız: ‘Neden ben? Bütün insanlar arasında neden biz? Neden şimdi?’ Yaralanmışlığı libas gibi kuşanan grupların karşı kutbuna ise devletin geçmiş günahlarının diğer mağdurları yerleşiyor. Grup kutuplaşmalarında sıklıkla olduğu üzere, onlar da olabilecek en uzak yere savrularak, kendilerini devletin sesi olarak konumlandırmaya başlıyor. Büyük bir kudretin sesi haline geldiğinizde kolaylıkla yasakçı bir dile yerleşmeniz, kendinizi neyin doğru neyin yanlış olduğunu olduğunu telkin eden hegemonik bir siyasetin parçası olarak bulmanız mümkün. Oysa hakikat belki grup düşüncesine savrulmakla yok olan o orta alanda, uyaran ve tepki arasındaki o geniş boşlukta tezahür edecekti. Bir kopuş toplumunda en çok bağıranlar görünür hale gelirken sessizler soru soramıyor, yargılananlar yargılayamıyor, yalnızlar birleşemiyor ve ruh dağılmış parçalarını bir araya getiremiyor. Kötülüğü aramak için muktedirlerin kalbini yarıp bakmamıza gerek yok, o bazen bize bir kol mesafesindedir, toplumsal yapılarının içine sinmiştir. Bize hasım saydıklarımızı işitmemek ve görmemekle o örgütlü şiddetin dünyasına gireriz, onların acısını acı bilmemekle. Ruhumuz mazlumiyet şarabıyla öylesine sarhoştur ki intikam adına yapılan her şey, bize şifa olacak, derindeki o yarayı iyileştirecek zannederiz. Kolaycı zihin, benden olmayanı hızla nesneleştirir, onun merhamete layık bir özne olmadığını bana söyler. İnsanlar hikayeleri olan, bir sosyal anlam ağında yaşayan kanlı canlı bireyler değildir artık yok edilmeleri gereken birer düşmandır. Bu kabil insanlar; çocukları, devlet görevlilerini, ve sivil insanları gözünü kırpmadan öldürebilen bir terör örgütünü zihinlerinde kolaylıkla temize çeker ve özgürlük savaşı romantizmine göz kırparlar. Terör tam da bu yarılmışlık hissinden beslenir halbuki. Onun da alkış ve onaylanmaya ihtiyacı vardır. Yarattığı kargaşa ve güvensizlik halinin teyit edilmesini bekler ve ancak bizim fevri tepkilerimizle amacına ulaştığı kanaatine varır. Bizi sadece bugün veya geçmişin değil geleceğin yasını da tutmaya zorlar. Ümit ve rüyalarımızın ellimizden kayıp gittiğine inandırmak ister bizi. Korku, şaşkınlık ve çaresizlik uyandırarak iradelerimizi felç etmek ister. En önemlisi de ‘bir güvenlik duygusu olarak vatan’ı imha etmeye yeltenir. Ona sığındığımızda, onu göğü altındayken kendimizi emin ve emniyette hissedeceğimiz bir vatan fikrinden bizi soğutmaya çalışır. Bugün İslam coğrafyasını kasıp kavuran şiddet olayları, binlerce yıldır eşsiz medeniyetlere beşiklik etmiş bu toprakları insansızlaştırıyor. İnsanlar, atalarının yaşadıkları toprakları güvenli bir yurt olarak bilmekte zorlanıyor ve bir düş ülkesi olarak müreffeh Batıya yöneliyor. Toprak vatan olmaktan çıkarılıyor.
İnsan yaralanabilen bir varlık, öte yanda ötekine güven de duyabilen bir varlık. Güzellik kırılganlığın tohumlarını içinde taşır. Bir şey solup gidebildiği için de güzeldir. İyi insanlık, Martha Nussbaum’a göre, varlığın temel güvensizliğini ve belirsizliği kabullenebilmektedir. Şöyle yazar : ‘ İyi bir insan olmak için dünyaya bir biçimde açık olabilmeniz gerekir, kontrolünüz ötesindeki belirsiz şeylere de güvenebilmeniz gerekir. Üstelik bütün bunlar sizi, suçlanamayacağınız çok aşırı durumlarda, paramparça bırakabilir. Ahlak, belirsiz olana güven ve ona kendini açma isteğine dayanır. Bir mücevherden çok bir bitki gibi olmak, epeyce kırılgan fakat o müstesna güzelliği, kırılganlığından hiç ayrı değil.’ Çözüm Süreci işte böyle bir şeydi, bu ülkenin yıllarca susadığı barış umudunu kalplerimize taşıyordu, kalplerimizdeki umudun bir yankısı olduğu için güzeldi. Karşı yakada belirsiz ve hayal kırıklığı yaratabilecek aktörler vardı belki ama, barışa ve umuda bir şans vermek için, bu belirsizliği göze almak güzeldi. Bugün pek çok insan zihinsel işleyişin hindsight bias (geriye dönük tarafgirlik) mekanizmasıyla konuşuyor. Her şey olup bittikten sonra ‘ben bunu öngörmüştüm, böyle olacağını söylemiştim’ demek yaygın bir tutum. Türkiye güzel bir rüya gördü, bugün hayal kırıklığı yaşıyor olmamız o barış rüyasının ruhumuza yaydığı sıcaklığı hatırlamamıza engel değil. Yeni bir imkan olacaksa ileride işte o hatıradan yola çıkılarak inşa edilecek. Güven olmaksızın insan ilişkilerini geliştiremezsiniz. Muhatabına bütünüyle kuşku içinde bakan bir yaklaşım sadece paranoya üretir. ‘Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldim’ diyen Yunus misali, teröre inat, bu rüyayı diri tutmak zorundayız. Toplumsal duvar ve çitleri aşarak birbirimizin mahallesine gitmek, birbirimizin acısını dinlemek ve bizim acımızı işitecek bir kulak aramak zorundayız. Komşu, benim arayıp bulduğum kişidir. Komşu, ıstırap ve yoksunluğuna yüz çevirdiğim kişi değil tam aksine o ıstıraba dikkat kesilmekle kendime komşu kıldığım kişidir.
Bir tufan sonrasını yaşıyoruz. Babil kulesinin ahalisi gibi herkes bir dil konuşuyor ve öteki onu anlamıyor. Herkesin konuştuğu ama kimsenin ötekini anlamadığı bir buhran iklimi. Biz Türkiye insanları, canımız acıdığında bu acıyı çok konuşarak, taşlayacak bir şeytan bularak, mevzilerimizi tahkim ederek gidermeye çalışıyoruz. Ben başka bir şey önereceğim. Bir seferliğine her birimiz kendi hayatlarımıza, kendi kabilemizin hatalarına bakalım. ‘Biz neyi yanlış yapıyor olabiliriz?’ sorusunu soralım, ‘yaptığımız hangi yanlış toplumsal konuşmanın önünü kesiyor olabilir?’ Hakikati sadece kendi malımız sayan tekçi düşünceden bir anlığına sıyrılmaya çalışalım. Bir an için yaralı kimliğimizin savunmacı refleksiyle değil, ötekine güven duyabilmenin ahlakıyla hareket edelim ve ötekini anlamaya çalışarak dinleyelim. Belki o zaman terör mağduru insanlarımızın birer istatistik sayı olmadığını, her birinin anlam dünyaları olan, çocukları, anne ve babaları olan küçük bir evren olduğunu fark edeceğiz. Onlar için üzülmeyi başarabileceğiz. Yine o zaman insan ölüm ve kederinden politik bir fayda devşirmekten kaçınacak ve yasımızı birlikte yaşamaya özen göstereceğiz. Bizi tahrik ve hatta tahkir eden onlarca olaya karşı, sadece ahlak ve vicdanın ayak izlerini takip ederek, ideolojik at gözlüklerini bir kenara atarak, ötekinin acısına duygudaş ve tanık olarak gelişmiş tepkiler verebiliriz. Bizi evvel emirde iyileştirecek şey de ötekinin acısına tanıklıktır. Oraya gitmek, o acıyı yaşayan insanların hikayesini dinlemek onların da insan olduğunu fark etmemizi sağlar. Şiddet insanları kategorileştirerek hükmünü icra eder, insanın engin ruhunu düşman hanesine yazdığınız anda ona karşı şiddeti de meşrulaştırmış olursunuz. ‘Hangi tutum ve sözümle onu incitiyor olabilirim?’ ise daha doğru bir başlangıç noktasıdır. ‘Onun acısını daha iyi nasıl anlayabilirim?’
Kendi mevziinden ötekine sövüp saydıran insanların arasında mutedil ve adil bakış kayboluyor. Ötekine onu incitmek için değil, onu anlamak için bakmamız gerek. ‘İnsan davranışlarına gülmeye veya ağlamaya değil, onlardan nefret etmeye değil, sadece onları anlamaya çalıştım’ demiş Spinoza. Bu çok dağınık bir yazı oldu farkındayım. Herkes gibi ben de ruhumun öteye beriye dağılmış parçalarını toplamaya çalışıyorum.