Ana SayfaYazarlarUzundu, usuldu dedemin boyu

Uzundu, usuldu dedemin boyu

 

[25-26 Şubat 2016] Demin hem dinliyor hem düşünüyordum, ben Tosun’un adını ilk ne zaman duydum diye. 55 yıl oluyor. 1961-62 ders yılında Robert Kolej’de, Lise 1’nci sınıftaydım. Faruk Kurtuluş diye bir tarih ve coğrafya öğretmenimiz vardı, DTCF’nin ilk mezunlarından (bunu bir gün Bilkent’te, Halil İnalcık’ın evinde, birlikte eski fotoğraflara bakarken anlamıştım). Tam kartal gagasını andıran burnundan ötürü “Gaga” derdik; kimbilir kaç kuşak öğrencinin hafızasında bu adla yer etmiş olmalı. Yaşlı ve ağırbaşlıydı; kendini saydıran bir havası, doğal bir otoritesi vardı. Zaman zaman ders dışına çıktığında da, cidden dinlenirdi sohbeti. Bir gün, her nasılsa lâf, nereden döndü dolaştı bilmiyorum, öğrenciliğe ve geçmişin süper öğrencilerine; hocalarında iz bırakmış, hatırda kalan öğrencilerine geldi. “Bu Tosun Terzioğlu’ların sınıfı başkaydı,” dedi Gaga, İzmir’den doğrudan liseye gelen benim hiç tanımadığım, ama tabii Hazırlık I-II’den beri beraber olan başka herkesin dört beş yıl büyük ağabeyleri olarak bildiği ’60 mezunları için: “Onlar farklı adamlardı, tuhaf adamlardı; bir daha gelmez öyle bir sınıf.” Bu kadardı; başka kimsenin adını anmadı; sadece “Tosun Terzioğlu’ların sınıfı.” Ben de o sıralar, 14 yaşımın bütün kibiri, küstahlığı, rekabetçi hırsı içinde, kendimi o esaslı öğrenciler kategorisinden sayıyorum. Entellektüalizmime güvenim var; evrendeki herşeyi bildiğim iddiasındayım. Kıskandım. Allah allah, bu Tosun Terzioğlu kim ola ki dedim içimden, nasıl biri ola ki bütün bir mezuniyet sınıfı onun adıyla anılıyor? (Tabii çok çok gerilerdeki bu ilk anımı asla anlatmadım kendisine; yüzüne karşı böyle şeyleri asla kaldıramaz, utanıp sıkılır, iyiden iyiye eğretileşip lâfı değiştirmeye çalışırdı.)

 

Aradan 20-25 yıl geçti. Ben sol militanlıkta düştüm kalktım. Yer yer akademik mesleğin gerisine düştüm. 12 Mart, 12 Eylül. Hep Ankara. Her nasılsa, Nuran’ın Aşağı Ayrancı’da, Çankaya yolu üzerindeki galerisinin sergi açılış kokteyllerine dâvet edilmeye başladık. İlk orada görmüş olmalıyım: elinde rakısı, dudaklarında hafif bir tebessüm, başıyla nazikçe selâm veren, ama kıyıda köşede durup hemen hiç konuşmayan, belki benim ne konuşacağımı, nasıl konuşacağımı bilemediğim bir adam. Sordum, adını sanını öğrendim. Derken, Birmingham’a gide gele doktoramı tamamladım. ODTÜ Tarih’te ders vermeye başladım. Öğretim üyeleri kafeteryasında karşılaşır olduk. Bir keresinde oradan fakülte binalarına geri yürüyüp sohbet ettik. İçeriği aklımda değil. Ama Gaga’nın efsanevî Tosun Terzioğlu’suyla hiç mi hiç bağlantısını kuramadım.

 

Gel zaman git zaman, Sabancı Üniversitesi’nde buluştuk, birlikte çalışmaya başladık. Tanışıklık arkadaşlığa dönüştü. Koyulaştı. O zaman anladım.

 

Benim Boğaziçi’nden transfer edildiğim 1998 ortasından bugüne, ne çok şey sığmış son 18 yıla! Salı akşamı dersten çıkıp da öldüğünü öğrendiğimde, bilgisayarın başına geçip, hatırlayabildiğim bütün enstantaneleri altalta yazmaya koyuldum. Yorulup pes ettiğimde 10-12 sayfa dolmuştu ve hâlâ çok şey vardı kafamda. Karaköy’deki hazırlık yılında, kâh Ahmet Evin kâh ben, masalarımızın çekmecesinde bir şişe bulundururduk. Paylaştığımız için Tosun “millî viski” adını takmıştı. Akşamları, herkes gidip de binada (güvenlik dışında) sadece üçümüz kaldığında, çıkardı bizim kata: “Nerede o millî viskiniz, hâlâ duruyor mu?” Ardından, gelsin müfredat ve ders tasarımı sohbetleri. SPS 101-102 dizaynı ve sunumu; HIST 191-192 ve TLL 101-102’yi eşleştirme fikrinin kabulü; ders kodları tartışması… Bir çözümü beğenirse, “bu olmuş [olgunlaşmış], bunu yapalım” derdi. Zaten ona çok uyan İngiliz kültürünün “iyi yapmışsın(ız)” (well done) eksiltmesinin (understatement’ının) karşılığıydı. Bitmek bilmeyen bir Galatasaray-Fenerbahçe mavramız vardı sonra; karşılıklı sataşmalarımız, Tarih lisansüstü öğrencilerimizle birlikte oraya buraya astığımız GS bayraklarını Güvenliğe “müsadere” ettirip güya “geri verdirtmeme”si, örtük muzipliği, lâfı alâkasız yerlerden açıp ansızın indirdiği darbeler (son hastane ziyaretlerimde bile, daha kapıdan girdiğimde “dün gece bıraktığımda 2-0 mağluptunuz, çok yediniz mi maçın sonuna kadar?” diye karşılaması). İstanbul kadı sicillerinin yayınlanması projesi çerçevesinde, David Packard’la bitmek bilmeyen bir öğle yemeği ve her yönde dağılan konuşmalar sırasında, ben üzülüp “Tosun, çok mu sıkıldın?” diye sorduğumda, bu fuzulî, haddini bilmez endişemi “Halil beni dert etme, ben altı bakan gördüm” diye komik hale dönüştürmesi. Bir Budapeşte dönüşü “Tosun, ben galiba bir halt ettim, Central European University’de George Soros’la tanışıp bize dâvet ettim — ve kabul etti, geliyor” dediğimde, ansızın kendi etrafında 180 derece dönmesi, koridorun sonuna kadar yürüyüp gelerek kendini toplaması: “Şimdi tekrar anlat bakalım.” İçindeki Sait Faik damarı. Rumelihisarı’nda, artık mevcut olmayan eski ahşap Karaca Restoran’ın ikinci katında bir gece. Dimitris Keridis Selanik’teki Makedonya Üniversitesi’nden 20-25 öğrencisiyle gelmiş. Biz de kendi öğrencilerimizden toplamışız bir o kadarını. Müzik faslını da bir şekilde halletmiş, Boğaz’da bir tür Atina tavernası yaratmışız. Bütün olası önyargılar, dikenlilikler silinmiş; herkes kaynaşmış; sirtaki, çiftetelli, kasap havası. Ben bile oynuyorum da bir tek Tosun oynamıyor; utangaçlığı engel, çıkıp oynamasına. Herkesin gözünü üzerinde hissedecek; olacak şey mi bu? Lâkin müthiş keyifli; gözlerinde ışıl ışıl bir mutluluk, sadece seyrediyor ve rakısını yudumluyor. Onu hiç o kadar mutlu, daha doğrusu o şekilde mutlu gördüğümü anımsamıyorum.

 

Ama böyle bütün anekdotlar bir yana; hepsinden önemlisi çalışmak, üretmek; herkesle birlikte yaptıklarımız. Gene de iki şeyin yeri hafif ayrı; azıcık daha ikimizle ilgili. Biri aramızda tasarlayıp verdiğimiz bir ders; diğeri, Ermeni sorununun Türkiye’de tartışılabilmesi etrafında dönen bir bilim ve düşünce özgürlüğü mücadelesi. Daha 1998’di ve Karaköy’deydik, bir öğle yemeği dönüşü, karşılıklı deniz tutkumuzu keşfettiğimizde. Üniversitenin kuruluş felsefesinde de disiplinler-arasılık vurgusu var ya; hemen oracıkta, daha binaya bile varmadan, acaba bir matematikçi ve bir tarihçi olarak biz bunun etrafında bir ders icat edebilir miyiz fikri dökülüverdi ortaya. “Sen bir taslak hazırlasana, üzerinden birlikte gidelim” dedi; yaptık; ortaya eski koduyla HIST 345 ve sonra HIST 245 Men, Ships, and the Sea (Denizler, Gemiler, İnsanlar) çıktı. Geçmişte sekiz defa birlikte açıp sunmuşuz; benim şu 2016 İlkbahar sömestiri ilk ve son defa tek başıma vermek zorunda kalışım, dokuzuncusu oluyor. Ne kadar zevk aldık bu dersten, tasavvur edemezsiniz. İlk seferi hariç, tamamen plansız, koreografisiz girerdik sınıfa. Sadece ana başlığı konuşurduk: Ne yapıyoruz bugün? Barut çağında kadırgalar. Veya: navigasyon; enlem-boylam ve “büyük daire” (great circle) hesapları. Veya: karaka ve karavelalardan gerçek kalyonlara geçiş. Veya: Doğu Akdeniz’in lingua franca’sı; Osmanlıca-Türkçe deniz ve gemicilik terminolojisinin Yunanca ve İtalyanca kaynakları (en çok sevdiği konu buydu sanırım). Veya: ahşap ve yelkenden, buhar ve çelik çağına. Veya: transatlantikler. Veya: drednotlar… Bu kadarı yeterdi bize. Gerisi, irticalen icra edilen bir talk show’du. Düşünün, görünüşte çok farklı disiplinlerden, üstelik bir yanda extroverted, dışa dönük bir geveze, yani bendeniz; diğer yanda tam zıddı, introverted, ciddi surette içe dönük, normal zamanlarda yarı-suskun, internette parafını dahi küçük harf “tt” diye atacak kadar minimalist, minüskülist bir adam. Zor olması gerekirdi, ama çok kolay ve çok rahattı aslında. Birbirimizi dinleyerek, yerine göre keserek, lâfa dalarak, ben de şunları ekleyeyim diyerek, paslaşa paslaşa götürürdük 180 dakikaları. Hiçbir formalite, kaygı, tereddüt hâsıl olmazdı. Çünkü birincisi, hiçbir kişilik sorunumuz yoktu birbirimizle. Çünkü ikincisi, (kuşkusuz özgün araştırma anlamında değil ama, gene de bilgi birikimlerimizi gençlere aktarmak anlamında) birlikte bilim yapıyor ve bunun coşkusunu yaşıyorduk. Son âna kadar geldi bu heyecan; şimdi anlıyorum ki noktayı, birinci dönem biterken kendini iyi ve iyimser hisseden Tosun’un, 15 Aralık 2015’teki kitap imza gününde, “Halil, bizim dersi açalım mı bu dönem; bana iyi gelir” demesiyle koyduk.

 

Diğer mesele, tabii daha vahim ve çetrefil. Ve çok daha kamusal. 2000-2005 yılları arasında bu üniversite, Türkiye toplumunu derinden etkileyen bir tartışmada buzkıran rolü oynadı. Bunun da başını Tosun Terzioğlu çekti. Biliyorsunuz, olay 1915’te Osmanlı Ermenilerine tam ne olduğu veya olmadığından çıktı. Amacım, bu konuya ilişkin görüşlerimi bilvesile sizlere telkin etmek değil; olamaz. Mesele şu ki, saldırılar karşısında iş büyüdü; kapsamlı bir düşünce ve bilim özgürlüğü sorununa dönüştü. Ve bu noktada, Tosun ve Tosun’un önderliğinde bütün üniversite camiası kaya gibi sağlam durdu. 16 yıl sakladığımız bir sırrı, dünkü anma töreninde (konuşamayacağımdan korkup) telâffuz edemedim; ancak burada, bu yazıda ifşa edebiliyorum. Neşe Düzel’in benimle yaptığı o uzun röportaj 9 Ekim 2000’de Radikal’de yayınlanmadan önce, Tosun biliyordu aslında. Zaten bir düşünün; ben nasıl böyle bir “sürpriz” yapabilirdim ki, Tosun’a ve onun şahsında bütün üniversiteye? Fransa ve ABD meclislerindeki “Ermenici” karar tasarıları yüzünden, Türkiye’nin bir kere daha koyu bir ikiyüzlülüğe gömüldüğü; hemencecik devlete biat çizgisine giriveren basında “sözde”lerden geçilmediği zamanlardı. Düzel’in röportaj önerisi geldiğinde, hem içimden karar verdim, hem derhal Tosun’a gittim. “Böyle böyle,” dedim; “toplum da boğuluyor, ben de boğuluyorum; konuşmak istiyorum, bilim, gerçek ve namuslu tarihçilik adına. Ne dersin?” Yardım ve destek talep etmedim; benim yanımda duracak mısın demedim; bir garanti aramıyordum. Sadece danışıyor ve haber veriyordum. Ânında cevap verdi, hep o kısa ve lakonik tarzında: “Tabii konuşacaksın Halil; sen konuşmayacaksın da kim konuşacak?” Ana fikirlerimi anlattım. Başını salladı. Ardından, hiç ama hiç tipik olmayan, kendisinden hiç beklenmeyecek bir şey yaptı. Çekingenliği içinde, fiziksel temastan kaçardı genellikle. Eliyle hafifçe elime vurdu; “Halil, iyi şanslar” dedi. Yıllardır bulunduğu yüksek görevler itibariyle devleti ve toplumu çok iyi tanıyan Tosun Terzioğlu, Sir Tosun Lancelot Terzioğlu mu desem, olacakların da benden çok daha farkındaydı. Soğukkanlılık ve ketumiyet zırhını daha o birkaç saniye içinde giydi; kılıcını kuşandı; mızrağını koltuk altına aldı. Savaşa hazırdı.            

 

Bu ders öyküsünün ve sonra mücadele öyküsünün kesiştiği, birleştiği bir yer var bence; Tosun’un kişilik estetiği, varoluş tarzı; hem ince, hem zarif, hem gerektiğinde çelik gibi sert olabilmesi. Gemiler, benim gibi onun için de, olağanüstü zarif objelerdi; bir şeye bakardık ve ben “ne güzel” derdim, o ise susardı ve aynı şeyi sadece susarak anlatırdı. Sanırım bir matematik denkleminin, bir teoremin, bir ispatın, bir kestirim veya conjecture’un zarafetini nasıl algılıyorsa, bir yelkenlinin veya İskandinav yapısı kadırganın zarafetini de öyle, aynı zihinsel çerçeve içinde algılıyordu. En zarif bulduğu, bakmaya ve anlatmaya doyamadığı tekneler de belki Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’nde sergilenen Osmanlı saltanat kayıklarıydı. Bilmem görmüş veya dikkatle bakmış mısınızdır; ince uzun, keskin burunlu, pirogue veya cutter tipi teknelerdir bunlar. Boğazın akıntılarını sırf insan gücüyle yarabilmek için yapılmıştır. Bu biçim ve oranlar birkaç yüzyıl boyu el yordamıyla, deneme-yanılma yöntemiyle oluşmuş olmalıydı. Kimbilir kaç marangozun, gemicinin, hamlacının alınteriydi, göz nuruydu. Tosun geleneksel bilgiyi toptan reddeden bir “varsa yoksa modern bilim ve teknoloji” fetişisti değildi. İnsanlığın bütün birikimlerine saygısı vardı ve saltanat kayığı formunun çağdaş tank testlerine tâbi tutulduğunda Boğaz için en elverişli hidrodinamiği temsil ettiğinin görüldüğünü anlatmaktan özellikle hoşlanırdı.

 

Zaten kendi hayatı ve karakteri de başlıbaşına böyle zarif bir formdu, bir saltanat kayığıydı. 2009’daki rektörlükten ayrılma töreninde, yaşamı ve yaşam dersleri içinde gezinirken, sadece akıntıya karşı gitme cesaretinin değil, akıntıya karşı gidebilme becerisinin de önemli olduğunu anlatmıştı uzun uzun (bilmiyorum, belki yan yan bana bakarak). Akıntıburnu’nda yüzey akıntısı bazen 12 knot’a çıkar (saatte yaklaşık 20 kilometre); hiç âlemi yoktur, tam karşıdan üstüne üstüne gitmenin. İçinden enlemesine veya diyagonal olarak geçip karşı kıyıya vurmak, oradan tekrar geri dönmek gerekir. Tosun onyıllar boyu hem katılarak hem yöneterek, hem hayır hem belki hem evet diyerek öğrenmişti bu siyaset sanatını. Paul Eluard, Nazi işgalinde yazdığı Rezistans şiirlerinden birinde “güzel kenti Paris”i “iğneden ince kılıçtan keskince” diye tarif eder (Paris ma belle ville / Fine comme une aiguille forte comme une épée). Uzun ve esnek bir eskrim silâhı. Bükülen ama kırılmayan. Dar, keskin burunlu, 13 oturaklı bir saltanat kayığı. Bütün ters akıntıları enlemesine yaran.  

 

Buydu Tosun. Böyle biriydi.  

 

- Advertisment -