HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, medyada yayınlanan kimi demeçlerinde, başkanlık sistemi ve Kürt meselesinin çözümü hakkında şöyle konuşuyor: “Başkanlık sistemine evet deseydik, AKP’li Kürtlerin sorunları çözülürdü ancak halkın sorunu çözülemezdi… Ver başkanlığı al özerkliği diyenler kusura bakmasın, biz demokrasi için mücadele ediyoruz. Sadece Kürde demokrasi olamaz. Biz birlikte yaşam için mücadelemize devam edeceğiz. Türkiye’nin tamamı için demokrasi istiyoruz, sadece tek bir etnik kimlikle demokrasi inşa edilemez.”
Selahattin Demirtaş’ın bu açıklamaları üzerinde durup düşünmek gerekir. Bu konuşmayı yapan Kürt olmasaydı ya da Kürt meselesinden bihaber biri olsaydı, görmezlikten gelinebilirdi. Ancak bu sözleri sarfeden ister iç ister dış bütün kamuoyunda “Kürt Partisi” olarak bilinen bir siyasi hareketin “eşbaşkanı” ise durup bu sözlere kulak vermeli. Çünkü bu sözler çok iddialı ve neredeyse bir yıldır ülkenin içinde bulunduğu “savaş halinin” izahı anlamını dahi taşır. Biraz daha açarak şöyle söyleyebiliriz: Türkiye’nin bugün bu şiddet cenderesinden geçiyor olmasında bu sorunlu bakış açısının payı az değil. Çünkü bu sözlerin birkaç vahim yanı var.
(1) Selahattin Demirtaş’a göre, Kürt meselesi sanıldığı gibi Türkiye’nin en önemli meselesi değil. Kürt meselesinden daha önemli meseleler var: Mesela demokrasi gibi! Peki, bu doğru mu? Hayır, şiddetle men ederim. Eğer bugün Türkiye’nin Kürt meselesi olmamış olsaydı, ülkenin demokrasi meselesi çoktan çözüme kavuşturulmuştu ve Türkiye AB üyesiydi. Üstelik Türkiye’nin kabul edilmek için öyle AB kapılarında dolaşması da gerekmemiş; bütün AB ülkeleri Türkiye’ye kucak açmış olurdu. Türkiye’nin doğusunu, daha açık bir ifadeyle Kürdistan kısmını dışarıda bırakmak kaydıyla, Türkiye’deki hangi il kalkınma düzeyi açısından Batı’dan geridir ki? Ankara, İstanbul ve İzmir’in Batı Avrupa kentlerinden ne eksiği var? Hangi Batılı İstanbul, İzmir veya Antalya’da yaşamaya can atmaz?
(2) Yine Selahattin Demirtaş ve bu arada çoğu HDP’liye göre, başkanlık sistemi demokrasiyle bir arada olamazmış. Yani başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde demokrasi yokmuş; çünkü başkanlık sistemi bir zorbalık rejimi, anti-demokratik bir yönetim biçimiymiş. Ancak bu da külliyen yalan. Dünyadaki tüm başkanlık sistemleri aşağı yukarı ABD başkanlık sisteminden etkilenmiştir. Başkanlık sisteminde mükemmel bir demokrasi olabileceği gibi, parlamenter sistemde de anti-demokratik bir yönetim inşa edilebilir. Üstelik başkanlık sisteminde kuvvetler ayrılığı çok daha net ve kesin olduğu için, sistem yapısı itibariyle demokrasiye daha yatkındır. Ancak bir yönetim özünden saparak dejenere de olabilir. Bu gerçeği Aristoteles 2300 yıl önce dile getirmişti. Aristoteles’e göre “monarşi”nin yozlaşarak tiranlığa, “aristokrasi”nin dejenere olarak oligarşiye, “demokrasi”nin de özünden saparak kaosa dönüşmesi her zaman mümkündür, hattâ kaçınılmazdır.
(3) “AKP Kürdü” veya “HDP Kürdü” ayırımı da tamamen siyasi bir kategorileştirmedir. Kürt sorunu sadece HDP’li veya AK Partili Kürtlerin meselesi değildir; bütün Kürtlerin, bu ülkede yaşan herkesin sorunudur. AK Parti saflarında politika yapıp, Kürt meselesinin çözümünde HDP’den daha radikal bir bakış açısına sahip olanlar da mevcuttur. HDP’nin “demokratik özerklik” tezi demokratik bir zeminde kalabilseydi, değil AK Partili Kürtler, milliyetçi yelpazede yer alanTürkler bile rıza gösterirdi. Çözüm Süreci döneminde Ankara’da yapılan ve benim de hazır bulunduğum bir toplantıda, AK Partili birkaç Kürt, federal çözümle örtüşen düşünceler savundu. Türk-Kürt ilişkilerinin Kürdistan beyleri ile Osmanlı yönetimi arasındaki hukuki bağı esas alan bir temel üzerine oturtulması gerektiğini söylediler. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki Türk-Kürt ilişkisi, günümüzde federal yönetimlerde görülen uygulamalara çok yakındı. Örneğin Kürdistan beyleri kendi iç içlerinde tamamen serbestti ve bir Kürt beyi öldüğünde, Osmanlı yönetiminin, onun yerine başka bir bey tayin etme yetkisi yoktu. Bu hukuki ilişki üç yüz yıl devam ederek II. Mahmut dönemine kadar geldi. Zaten ne zaman ki II. Mahmut Kürdistan beylerini katı bir merkezi yönetime bağlamaya kalkıştı; işte o zaman Kürt isyanları başladı.
(4) Ben AK Parti yönetiminin “ver başkanlığı, al özerkliği” şeklinde bir eğilim içine girmiş olduğunu sanmıyorum. Ayrıca siyaset belirli hedeflere ulaşma ve bir sonuç alma mücadelesidir. Siyasette en temel ölçüt, amaçlanan hedeflere ulaşmaktır. Machiavelli gibi bir düşünürü siyaset bilimi açısından vazgeçilmez kılan, etik olan ile siyasi olanı birbirinden ayırmasıdır. Herkesin Machiavelli’yi ahlak ölçütleri çerçevesinde değerlendirdiği bir ortamda, Hegel Machiavelli’nin “ahlaki ilkeler politik dünyaya uygulanamaz”düşüncesini doğru bulur. Tutun ki AK Parti ile HDP arasında “ver başkanlığı, al özerkliği” şeklinde, açık veya örtük bir siyasi uzlaşma olmuş olsun. Kanımca bunun da yadırganacak bir tarafı olmazdı. Özetle, şiddet ve savaşı dışarıda bırakacak her türlü siyasi uzlaşma veya ittifak, son bir yılda yaşadıklarımızdan daha hayırlı olurdu. Kaldı ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, 29 Mart 2013’te, başkanlık sistemini anlattığı bir TV programında, eyalet sistemine geçilebileceğini dile getirmişti. Şayet HDP bu doğrultuda sağlıklı bir politika geliştirmiş olsaydı, Kürtlerin bu ülkede kademeli olarak özerklik statüsü elde etmeleri mümkündü. Ancak HDP’nin “seni başkan yaptırmayacağız” inadını kişiselleştirmesi ve akabinde PKK’nin 7 Haziran seçimlerinden sonra şiddet tuzağına düşmesi, Kürtlerin bu ülkedeki tüm kazanımlarını bitirme noktasına getirdi. Oysa süreç doğal haline bırakılsa, Kürtler tarihlerinde ilk kez, hem de Kürt kimliğiyle bu ülkenin yönetiminde söz sahibi olacaklardı. Henüz içeriğini net olarak bilmediğimiz bir “özyönetim” girişimi Kürtlerin Türkiye’deki “yönetimlerinin” sonunu getirdi. Şehirlerimiz yer ile yeksan; Moğol saldırılarında bile böylesine harap olmamışlardı. 102 belediye gitti ve bugün artık kayyuma devredilmelerinden söz ediliyor. Vekillerin Meclisten atılma süreci başladı. Gelinen nokta hiç de iç acıcı değil.
(5) Keşke Kürtler de siyasette biraz pragmatik olabilselerdi. Kürt meselesinin sivil ve demokratik siyaset ekseninde çözümü, yalnız Kürtlerin değil, bütün Türkiye’nin yararına. “Sadece tek bir etnik kimlikle demokrasi inşa edilemez” sözü dışarıdan bakılınca güzel gelebilir; ama meselenin özüne indiğimizde, bugün Türkiye’de demokrasinin en önemli sorununun Kürt meselesinin çözümü olduğu gözden kaçmamalı. Kısacası, Kürt meselesi var oldukça bu ülkeye demokrasi gelmez, yeni bir Türkiye de kurulamaz; ancak Kürt sorunu çözüm yoluna girdiğinde demokrasi de gelir ve yeni bir Türkiye de kurulur.
(6) Son olarak AK Parti üzerine bir iki kelam ile bu yazıyı bitirelim. AK Parti kurulduktan sonra, 3 Kasım 2002’de katıldığı ilk genel seçimlerde yüzde 34.28 ile tek başına iktidar olmuş; 22 Temmuz 2007 seçimlerinde oyunu yüzde 46.58’e, 12 Haziran 2011 seçimlerinde yüzde 49.83’e çıkarmıştı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde yüzde 40.87’ye gerileyen AK Parti, 1 Kasım 2015 seçimlerinde ise yüzde 49.26 alarak dördüncü defa tek başına iktidar oldu. AK Parti’nin katıldığı her seçimde hepimizi heyecanlandıran bir hikâyesi vardı: Kürt meselesinin çözümü, AB’ye katılım ve ileri demokrasi. AK Parti bu hikâyesinden vazgeçtiğinde, üzülerek belirtmek durumundayım, Türkiye’nin istikameti eski Türkiye yönünde olacaktır.
(7) AK Parti bu hikâyesini, değişimden yana olan HDP tabanıyla (maalesef yönetimiyle diyemiyorum) bir şekilde elele vererek mutlu bir sona ulaştırabilirdi.