Aydınların yayınladığı bildiri tartışmasında ön plana Voltaire’ci bakış açısı çıktı.
Bu yaklaşım şu esasa dayanmaktaydı: Düşüncelerinize katılmıyorum ancak onları ifade etme özgürlüğünüzü canımı verme pahasına savunurum.
Ancak ben ifade ve düşünce özgürlüğünü savunmanın bu halinin problemli olduğu, daha farklı bakış açısına sahip olmanın daha yararlı olacağı kanaatindeyim.
Benim bildiri tartışmasına yaklaşımım Oscar Wilde’cı bir yaklaşım ve okuma olacaktır: Herkes düşünceme katılırsa yanılmış olmaktan korkarım.
Çünkü Voltaire’ci düşünce formu daha çok monologu barındırırken, Wilde’cı düşünce formu müzakereyi içerir.
Voltaire’ci monolog sadece tartışma doğururken Wilde’cı perspektif “en iyi kanıt”ın üstünlüğünü sağlayacak “ideal konuşma ve tartışma” zeminini, “iletişimci aklı” getirir.
* * *
Voltaire’ci ifade, kendini oluşturma hakkını dışsallaştırılmış ahlâk öngörüsüne dayandırır. Kendisini sabitler, dışarıyı aktif kılar. Wilde’cı ifade oluşturma hali, içselleştirilmiş ahlâk esasına dayanır, hareketli momentum içerir. Durağan değil dinamiktir. Dışarıdaki dinamizmi içeriye davet eder.
Voltaire’ci tez demokrasi talep eder, ancak demokrasi kültürü yaratmaz. Evet bu tez özgürlükçü ve çoğulcu bir postüla önerir, ama bunun birlikte yaşama kültürü oluşturmayı öncelemez. “Herkes fikrini söylemekte özgürdür” sonucuna gider, ancak “son sözü ben söylerim”in ahlâkî alt yapısını yapısökümüne uğratmaz. Ama Wilde’cı idea, Antik Yunan Felsefesi’ndeki “neyi bilmediğimi bilmek isterim”in altını çizer.
Birinci perspektif dışa dönük bir demokrasi, ikinci perspektif içe dönük bir demokrasi vurgusunu öne çıkarır. Soyut yargılarımı daha somut bir olgu bağlamında ele almaya çalışacağım.
* * *
Türkiye’de sol — retoriklerine bakılırsa — her zaman çeşitlilik ve farklılık talep etti. Yani Voltaire’ci bakış açısını benimsedi. İfade ve düşünce özgürlüğünden yana görüntü çizdi.
Ancak kendi mahallesinde farklı fikirleri “ihanet” olarak gördü. Başkasına ifade özgürlüğü tanıdı ama kendisini, “herkes bana katılırsa yanılmış olmaktan korkarım” sorgulamasının dışında tuttu. Kant, eylemin iyi olmasının ölçüsü başardığı, gerçekleştirdiği şey olmayıp dayanağı olan ilkedir der.
Solun her zaman Voltaire’ci postüladan yana olması, “araçların amaçsallaştırılması ahlâk paradoksunu” doğuran temel felsefi zemindir de. Maalesef bu zemin Türk entellektüel hayatının da çıkmaz sokağıdır.
Solun, varlık nedeni saydığı değerleri vardır. Özgürlük, eşitlik, dayanışma gibi. Sol bunlara ulaşma yöntemini sorgulatmaz. Bu değerler kümesini savunmamakla itham ettiği dış dünyayı ötekileştirir. Voltaire’ci ifade özgürlüğü savunusunu, kendisini herkesten üstün tutmayı örtmek için kullanır, ama gerçeklikte de kendisinin herkesten üstün tutulması çabasının okşanmasını sever. Sol artık bir tür Apollon Tapınağı’dır. Orası Tanrının hakikati danışmaya gelen ölümlülere hakikati söyledikleri yerdir.
Wilde’ci tez solun amaca giden yolunu sorgulattırır. Çünkü solun Kantçı güzellik tanımlamasına itiraz eder. Kant, güzellik der, objede bir erek (amaç) tasarımı olmaksızın bir objenin ereğe uygun olmasının formudur. Wilde’ci teorem, itirazını solun hiçbir eleştirisi insanı dogmatik uykusundan uyandırmayacaktır diyalektiğiyle yapar.
Solun bu hali bizi Leibniz’e götürür.
* * *
Leibniz’de Aklın Doğruları kavramı vardır. Aklın Doğruları, kökleri akılda olan doğrulardır; öncesiz, sonrasız, zorunlu olan doğrulardır. Yani a priori’dirler; birer “öz”dürler.
Solun ve Türkiye muhalif hareketinin Voltaire’in dışsallaştırılmış ahlak anlayışından hareketle sadece “dışarıya” özgürlük tanıması, yani farklılık ve özgürlük ortamı talebinde bulunması, ancak “mahallesinde” bu çoğulluk ve farklılığı “ihanet” olarak görmesi, Aklın Doğruları ile hareket etmesinin bir sonucudur.
Çünkü hakikat a priori bir şekilde üretilmiştir. Bize düşen sorgulanamaz ve eleştirilemez; bu, doğruları savunmaktır. Bu doğrular verilidir. Bu veriyi kimi zaman ideoloji, kimi zaman parti, kimi zaman lider verir. Zaten bildirideki tezlerin de bu zihniyet yapısı üzerine inşa edildiğini görmedik mi?
A priori hakikat hareketsiz bir momentum sağlar. Oysa hakikat her zaman için bir arayıştır. O yüzden dinamiktir, bir gerilim alanıdır. Hakikati hareketsizlik momentumundan Voltaire’ci postüla değil, ancak Wilde’cı idea, içselleştirilmiş ahlâk aracılığıyla hareketli momentuma dönüştürebilir.
* * *
Voltaire’ci düşünce formu ile Wilde’cı ideanın aydınlar bildirisi bağlamında doğurduğu etkileşime baktığımızda, aydınlar Leibniz’in Aklın Doğruları mantığından yola çıkarak hakikat inşa ettiler denebilir. Hakikate ulaşma metodunu da Kant’ın güzellik tasarımı belirledi. Yani verili olanın mutlaklığı (sol değerler, ahlaki üstünlük, muhalif kanatta olmak) yol gösterici kılavuz oldu.
Voltaire’ci postüla bildiriye özgürlük hakkı tanır. Sadece bu kadar. Ama Wilde’cı idea bildiriye özgürlük hakkı tanımakla yetinmez; onunla diyalektik ilişkiye girer. İfadelerin hakikat değerlerini tartışır.
Voltaire’ci çıkarsama, diğer taraftan bizi Levinas’ın Ontolojik Emperyalizm kavramı ışığında okumaya da götürür. Hem bildiriyi yayınlayanlar açısından, hem de bildiriye muhalefet edenler açısından.
Ontolojik Emperyalizm, bireyin öteki ile ilişkilerinde ötekinin kapsadığı alanı gasp edercesine kendi kimliğini şiddet yüklü bir şekilde öteki üzerinde inşa etmesidir. Bildiriyi yayınlayanların tezlerinde “mağduriyet” ve “muhaliflik” zemini oluşturarak yaptıkları “ahlaki üstünlük” iddiası, diğer taraftan bildiriye itiraz edenlerin bildiriyi Wilde’cı okuma yapmaya yanaşmadan çözümlemesi (bildiri sahiplerini ahlâksızlaştırması ve bedel ödetme çağrısı yapması), bizi Ontolojik Emperyalizm tuzağına çeker.
Çözüm, Stuart Hall, Felix Guattari, Deleuze gibi yazarların Kartezyen ikili düşünceyi olumsuzlayan, eleştiren bir konumlanma ile üçüncü alan dedikleri, çatışmadan uzak, kültürel zenginliği içinde barındıran farklı bir alan tanımlamasındadır.
Bu da bildiriye özgürlük tanıyan Voltaire’ci bakış değil, bildiri ile diyalektik ilişki kurmak isteyen Wilde’cı bakıştır.
* * *
Eğer birinci yaklaşımdan yola çıkarak bildiriyi okursak, sadece tartışırız. Bu tartışma monolog şeklinde bir tartışma olur. Herkesin birbirine bağırma özgürlüğü tanıdığı, ama kimsenin birbirini dinlemediği bir tartışma. Oysa bizim kamusal tartışmaya değil, kamusal müzakereye ihtiyacımız var.
Habermas, müzakerenin “en iyi kanıt”ın üstünlüğünü sağlayacak “ideal konuşma ve tartışma” zemininin, “iletişimci akıl” getirdiğini vurgular.
Bizim, özgürlüklere ortam sağlayan demokrasiyi daha ileri bir aşamaya götürmemiz, daha da derinleştirmemiz gerekir. Çünkü farklılıkların varlığını savunmak artık yetmemektedir. Onları sistem içinde etkileşime koyacak teşvik ve normları da oluşturmamız lazım.
Bunun da yolu aydınları Epistemik Topluluk haline getirebilmektir. Epistemik Topluluk, Braudel’in ifadeleri ile ortak zihniyeti kabul ettirici, tercihlerde yol gösterici, önyargıları onaylayıcı, hareketleri yönlendirici, toplumun düşünce evrenine yerleşen kavramları icat edici aracılar olmalıdır.
Kabul etmek gerekir ki biz Epistemik Topluluk inşasına Voltaire’ci postüladan değil, ancak Wilde’cı postüladan yola çıkarak varabiliriz.
* * *
En iyi kanıtın üstünlüğünü sağlayacak ideal bir konuşma ve tartışmaya ihtiyacımız var.
Maalesef, bu ortamı tesis ettiğimiz söylenemez.
Aydınlar bildirisi bunu hangi enstrümanları kullanarak, kullanmayarak yapabileceğimizi çok iyi bir şekilde gösterdi. Bence bildiri, Türkiye’nin entellektüel hafızasına “hakikat nasıl tartışılır ve inşa edilebilir”in çok iyi bir rol modeli olarak geçecek. Karşıtı Voltaire’ci postüla olamaz, Wilde’cı diyalektik olabilir.
Bildiri bir şeyi daha gösterecek:
Bir edimi, bir ülküyü etkisiz, işlevsiz ve sevimsiz bir biçime dönüştürmenin çeşitli yolları vardır. Yok etmek için bir şeyi ille de ortadan kaldırmaya gerek yoktur. Yeter ki o şeyin kendi doğrusunu gösterecek “konumu” kalmasın. Ancak sağ olsun devlet ve hükümet bu imkânı tanımadı.
Bu tavır da susuzluğu arttıran doyumsuzluk yarattı.