Evde yoktum. Birçok İstanbullu gibi sabah işe gidebilmek için yola koyulmuştum. İşe gelirken Marmaray ve sonrasında servis kullanıyorum. Sabah Kazlıçeşme’ye vardığımızda gökten yağmur değil kovalar dolusu su boşaldı. Mahsur kaldık istasyonun içinde. Bir arkadaş servis şoförünü aradı. Yolda kalmış. Sahil yolunu su bastı. Bekledik bir süre, geldi. Araca bindik. Ama o da ne? Bakırköy’e gideceğimiz yolu tamamen su basmış. Şoför tereddüt etti yola girmek için. Önümüzden bir jeep dalınca bizimki de gözü karartı daldı. Ufak kayık gibi giderek yolun başına çıktık. Bu arada tanıdıklara mesaj atarak helallik istedim. İşe gitmeye çalışan birçok insan gibi mega kent İstanbul’da sel sularına kapılmak işten bile değildi. Üsküdar Meydanı’nı yüzerek geçen vatandaş gibi herkes yüzme konusunda da mahir değildi… Bu arkadaşa yılın çalışanı ödülü verilmeli bence. Bu sabah bu koşularda işine varan, bir yerden bir yere giden her vatandaşa verilmesi gerektiği gibi.
Sahil yolundan hafif hafif ilerliyoruz. Suları yaran bir taka gibi. Ultra lüks deniz ve caddesi göl manzaralı yüksek katlı binalara bakıyorum bir yandan. Belediyeciliği sadece imar planlarını değiştirip çok katlı binalar yapmak olarak gören bir anlayışın İstanbullu’ya böyle anlarda bir faydası olmalı. Şehrin önemli meydanlarına, su basma tehlikesi olan caddelere, geçitlere küçük takalar koyup ihtiyaç halinde hizmete sokmalı mesela. Kafamda uçuk düşüncelerle Ataköy’e varıyoruz. Sol tarafa, yani deniz tarafına bakıyorum, o tarafta da devasa binalar yükseliyor. Çocukluğum geliyor aklıma, bataklıktı o binaların olduğu alan. Çocukken okulu kırıp, binaların göğü deldiği tarlalardan geçip, denize girerdik. Binalar İstanbul’da göğü deler geçer gibi yükseliyor yükselmesine de arkadaşım Zeynep Türkoğlu’nun dediği gibi: “Çarpık kentleşmeye karşı gökten imza kampanyası…” itirazı geliyor.
Ataköy’den sonra yol tıkalı, havalimanı kavşağı sular altında. Tecrübeli şoförümüz, E-5 yoluna sapıyor. Orası da tıkalı olunca Yenibosna’nın ara sokaklarına dalıyor. Bir sokağa giriyoruz su dolu, o zaman başka sokağa… Bütün İstanbullu gibi bizler de doğal Survivor yaşıyoruz. Aksiyonu televizyon programlarında aramayalım; zira tam içine düştük. İşe varmaya çalışırken, dışarıya bakıyorum dağ taş ev, işyeri. Suyun akıp gideceği bir toprak yok. Rögar kapakları böyle ani yağışlarda anında tıkanıyor. Alt yapının asla karşılamayacağı konutlar yaparak belki bir refah sağlanıyor, önemli rantlar elde ediliyor edilmesine de böyle anlarda mega kent İstanbul bir köye dönüyor desem haksızlık olur. Köylerde böyle bir şey yaşanmaz ki rahmet yağar, köylü sığınır bir korunacak bir yere “Mübarek ne güzel yağıyor” der sevinir…
Bir anda aklıma Orhan Baba’nın “Ya evde yoksan” şarkısı geliyor. Dışarıyı, insanların çaresizliğini izlerken şarkı sözlerini mırıldanıyorum içimden. Ne diyordu şarkıda Orhan Baba: Aşkınla ne garip hallere düştüm. Her şeyim tamam da bir sendin noksan. Yağmur yaş demeden yollara düştüm. İçim ürperiyor ya evde yoksan…
İstanbul, benim için kendisine yapılan bütün kötülüklere karşın, dünyanın en güzel kenti ve en önemlisi aşk ile yaşanılacak bir yer. Şimdi bu kente bunca kötülüğü yapanlar son yağışları doğal afet deyip geçiştirecekler; bir dahaki ‘doğal afet’ gelene kadar… Her yeşil alanın, tarlaların, bataklıkların, tepelerin üzerine şehrin kaldıramayacağı kadar yüksek binalar yapmak, suya gidecek yer bırakmadan her yeri betonlamanın neresi doğal afet? Asya ile Avrupa’yı bir birine bağlayan tünel yapıyoruz ama böyle bir yağmurda kullanamıyoruz. Çünkü tünele giren yolu su basıyor. Arkadaşımın dediği gibi; gök bile itiraz ediyor, bu çarpık hızlı ve altyapısız kentleşmeye…
Sulak bir yerde büyüdüm, 365 gün yağmur yağsa itiraz etmem. Hele ince yağmurda ıslanmanın hazzı başladır. Berekettir yağmur. Eğer gökten gelen bereket bir felakete dönüşüyorsa, bunda yağmurun suçu yok, dönüp kendimize bakalım. Bu şehri yönetenler, bu çarpık kentleşmeye neden olanlara bakalım. Bunu yaparken de enseyi karartmayalım. En güzel şehirde yaşamanın keyfini çıkaralım gibi olmayan aklımdan serpintileri sunarken akşamı düşünüyorum. Yani işin bir de eve dönüş kısmı var. Eğer başarabilirsem eve dönmeyi Orhan Baba’nın şarkısının da içinde olduğu ‘Neredesin Firuze’ filmini yeniden izleyeceğim. Türk sinemasının en iyi filmlerinden ve bir süredir aklımdaydı. İstanbul, sürprizli bir kent, daha gün gitmeden neler yaşayacağız…
Orhan Baba’nın şarkısının devamı gelsin sonuna kadar okumayı becerebilenlere: Ya yolu kaybettim ya ben kayboldum. Ne olur bir yerden karşıma çıksan. Tepeden tırnağa sırılsıklam oldum. İçim ürperiyor ya evde yoksan. Elbisem gündelik pabucum delik. Haberin olsa da sobayı yaksan. Yağmur iliğime geçti üstelik. İçim ürperiyor ya evde yoksan…