Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIYAE (5) Tarihten bir yaprak: Frankfurt Parlamentosu bugün nasıl yorumlanmalı?

YAE (5) Tarihten bir yaprak: Frankfurt Parlamentosu bugün nasıl yorumlanmalı?

Henüz araya on büyükelçi sorunu girmemiş; ABD ve diğerlerinin ‘biz zaten Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine uyuyoruz’ yollu açıklaması ‘bak geri çekildiler’ diye Türkiye’nin kendi geri çekilmesine vesile yapılmamıştı. Marksist teoride, hele ilk başlarda ittifaklar sorununa pek yer olmamasına karşın, hem de 1848 yılının çalkantıları içinde Marx’ın ayağının nasıl yere bastığını ve kısmî, aşamalı, reformcu denebilecek adımları içine sindirdiğini yazmıştım.

[29 Ekim 2021]Bununla beraber, kabul etmek gerekir ki o sırada ana akım bu değildi sosyalizm alanında. Ya da şöyle diyelim: teori ile pratik arasında bir çelişki, bir tutarsızlık söz konusuydu. Pratikten çıkması gereken dersler teoriye yansımamıştı. Daha doğrusu, eksik ve çarpık yansımıştı. Çünkü madalyonun bir yüzünde, Marx’ın (sınıfsal düzlemde) burjuvaziyle, yani (siyaset sahnesinde) liberallerle ittifak olmaksızın aristokrasi ve monarşiye karşı ilerleme kaydedilemeyeceğini görmesi yatıyorduysa, diğer yüzünde, söz konusu liberallerin (Marksistlerin ve bütün diğer radikallerin gözündeki) aczi ve ataleti yatıyordu.

Sorunun odağı Frankfurt Parlamentosu’ydu. Mart Devrimi, Alman Konfederasyonu’na mensup bütün devletleri sallamış, sokağa dökülen halkın temel talebi olarak seçimleri zorunlu kılmıştı. 1 Mayıs 1848’de, Avusturya-Macaristan’ın Alman nüfuslu bölgeleri dahil Almanya’nın tamamından serbestçe seçilen ilk parlamento bu suretle vücut buldu. Tam adıyla Frankfurter Nationalversammlung, Frankfurt Ulusal Meclisi [Asamblesi], 18 Mayıs 1848 – 31 Mayıs 1849 tarihleri arasında Frankfurt-am-Main kentinin Paulskirche’sinde, Aziz Pavlos Kilisesi’nde toplandı. Önünde başlıca iki yol vardı: reform veya devrim. İlki meşrutiyet (anayasal monarşi), ikincisi cumhuriyet demekti. Kritik sorun, Prusya monarşisi ve ordusunun ne olacağıydı. Muhafazakârlığın karargâhı ve son savunma barikatı orasıydı. Reform yolu liberal-demokratik bir anayasa hazırlayıp Prusya monarşisiyle uzlaşmayı, devrim yolu kitle hareketinin başına geçip Prusya monarşisini yıkmayı gerektiriyordu.

Dönemin liberallerinin çoğunlukta olduğu Frankfurt Parlamentosu bu yollardan ilkini seçti. Uzun tartışmalardan sonra, popüler dilde Frankfurt Anayasası (Paulskirchenverfassung, Aziz Pavlos Kilisesi Anayasası) olarak bilinen metni kaleme aldı. Asıl başlığı Verfassung des Deutschen Reiches’tı, yani Alman İmparatorluğu’nun Anayasası. Bu formülün yansıttığı gibi, parlamenter demokrasi ilkelerine dayalı bir Alman İmparatorluğu öngörüyordu. Bir yönüyle, Vormärz’ın, Mart Öncesi’nin liberal ve milliyetçi muhalefetlerinin belli başlı taleplerini karşılayan bir temel haklar paketini içeriyor, dolayısıyla 1815 Viyana Kongresi’nde kurulan Restorasyon sistemine göre hayli ileri bir adımı temsil ediyordu. Diğer yönüyle, başında ırsî bir imparatorun (Kaiser’in) bulunacağı, bütün Almanya’yı kapsayan bir anayasal monarşi kurulmasını öngörüyordu.

Bu doğrultuda, 1849’da imparatorluk teklifini Prusya kralı IV. Frederick Wilhelm’e götürdüler ve o da kestirmeden reddetti (*). Zira kendi mantığına göre, kabul ettiği takdirde hem kendisinin ve bütün diğer Alman prenslerinin ayrıcalıklarının böyle bir anayasayla kısıtlanmasını, hem de (belki asıl önemlisi) günün politik dinamikleri ve algıları çerçevesinde “liberallerin imparatoru” olmayı sineye çekecekti. Kaldı ki, Mart fırtınasının üzerinden bu kadar geçmişken, yeni bir ayaklanmadan da korkmuyordu artık. Nitekim kralın bu tavrı karşısında, Frankfurt Parlamentosu’nun hiçbir şey gelmedi elinden. Manevî insiyatifleri dışında bir yaptırım güçleri yoktu. Görevleri bitti ve evlerine döndüler. Sonraki yirmi yılda Alman Birliği (ulus-devleti) gerçekleşti gerçekleşmesine. Ama Marx ve Engels’in arzuladığı aşağıdan yukarı demokratik devrim yoluyla değil, Bismarck’ın Prusya monarşisi adına organize ettiği Blut und Eisen (demir ve kan) yöntemleriyle, yukarıdan aşağı gerçekleşti.

Bu sonuç her türlü devrimci (ihtilâlci) akım üzerinde çok derin izler bıraktı, Şiddete yönelmeyi ve üstelik, kitle ayaklanmasının yenilgisinin ardından, sokak barikatlarında savaşmak yerine dar örgüt konspirativizmine, küçük terör hücrelerinin suikast ve bombalamalarına hapsolmayı hızlandırdı. Sosyalist hareketin (daha somut olarak, İkinci Enternasyonalin) sol kanadının “Tek Yol Devrim”ciliğini keskinleştirdi. Bakın dediler, görüyor musunuz, zaafa düşen kral ve orduya kesin darbeler indiremeyip işlerini bitirememenin neye mal olduğunu? Bir, bu liberallere zerrece güven olmaz bundan böyle. İki, karşı-devrimi derhal ezmezsen reaksiyon geri gelir (1905’te de olacağı gibi). Üç, dereyi geçerken at değiştirilmez. Parlamentarist bir partiyle yola çıkıp, devrimci kriz patlak verdiğinde o devrimin başına geçerim diyemezsin. Başından itibaren mutlak surette devrime (ihtilâle) angaje bir partin olması gerekir. — Bu da ilerde Lenin’in illegalden yönetilen “yeni tip parti” fikrine götürdü.

Bu tezler, bu yaklaşım, bu düşünüş tarzı onyıllar boyu yer etti, radikal sol akımların âdetâ bilinç altına. Nereden geldiğini kendilerinin de hatırlamadığı bir kültür, bir refleksler ve klişeler katmanı oluşturdu. İçinde yer alırsanız, çok da inandırıcı bir etki yapabildi. Ama dışarıdan bakarsanız, durum değişiyor kuşkusuz. Bir temel varsayım var, bütün söylemin ve paradigmanın üzerinde yükseldiği: Devrim (ihtilâl) amacının tartışılmazlığı. ‘Devrim iyidir, doğrudur, gereklidir, kaçınılmazdır. İyidir, çünkü yararı (kaçınılmaz) zararı ve zayiatının çok üzerindedir. İyidir, çünkü mevcut baskı ve sömürü düzeni içinde sürünerek acı çekmek ve geleceğe ancak çok yavaş, çok zahmetli bir şekilde ulaşmaya çalışmaktansa, bugünden geleceğe çok daha geniş bir cadde açıp hızla ulaşmak demektir.’

Buna inanmışsanız ve hâlâ da inanıyorsanız, Frankfurt Parlamentosu’nun yeterince gözü kara davranmayıp ‘tarihî gelişmeyi fazla zorlamamak’ tavrına şimşekler yağdırmayı sürdürebilirsiniz, süper-solcu bir Perfectus havasıyla. Onlara da, devrimin kıyısına gelip bilinmeyen bir boşluğa son adımı atmayı reddeden bütün diğer “reformcu hain”lere de. Doğru. Eğer devrim mecrasına girecekseniz, ona uygun katılık ve amansızlıkta davranmanız gerekir. Evet, böyle davranmadı, davranamadı 1848-1849 liberalleri (ve Mithat Paşa). Ama acaba öyle mi davranmalıydılar?  Öyle davransalar ne olurdu? Neyi görüp geri çekilmiş olabilirler o eşikten? Eski Yunan mitolojisinde üç Gorgon kızkardeşten Medusa’nın gözlerine bakan, ânında  taş kesilirmiş. Devrimin çehresinde Medusa’yı mı görür gibi oldu Frankfurt liberalleri (ve sonra Rus Menşevikleri)? Ne düşündüler? “Kanun ve nizam” diye bir şey hiç kalmaz da Fransız Devrimi’nin Jakoben döneminin keyfîliğini yeniden yaşamaya başlarsak, iyilik mi çıkar bunun altından? Yoksa 1792-94 Terörünü andıran bir kan banyosu mu? Buradan tekrar demokrasiye ve normaliteye dönülebilir mi?

Bir tek örneği var mı, devrimci rejimlerden bu şekilde, devrimcilerin kendi elleriyle, yani o devrimci rejim karşıtlarınca yıkılmadan, barışa, uzlaşmaya ve hukuk devletine dönülmüşlüğün? Sovyetler Birliği’ye başlayan “proletarya diktatörlükleri” zincirinin bugünkü Çin’e kadar uzanan serüveni, bu soruyu artık dürüstçe cevaplamayı mümkün kılıyor.

——————————

(*) Buna karşılık 1876’da Şehzade Abdülhamid toptan reddetmedi Mithat Paşa’nın ve “Osmanlı liberalleri”nin padişahlık teklifini. Sadece, kendisine icabında olağanüstü yetkiler tanıyan maddeleri anayasaya koydurttu. Sonra da bu zeminde II. Abdülhamit olarak tahta çıktığında, o maddelere dayanarak tasfiyelerini yaptı ve anayasayı rafa kaldırıp meclisi kapatmayı başardı.

- Advertisment -