Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIYAE düşmanlığı (2) Entellektüel sektarizm ve dejenerasyon

YAE düşmanlığı (2) Entellektüel sektarizm ve dejenerasyon

Marksizm (veya solculuk) onlar için sadece insanların kafalarında kırılacak bir sopa. Artık hiçbir tutarlılığı kalmamış, paramparça bir zihinsel çöplükte yaşıyor; çıkışsız, umarsız bir hınca sarınıp, hâlâ en ufak bir umut, bir olumluluk, bir parça enerji taşıyan ne varsa kendileriyle aynı çukura çekmeye çabalıyorlar. (Halil, imdi bu sözü eğri büğrü söyleme. Bütün bunları nereden biliyorsun? Kendimden biliyorum.)

[19-20 Ekim 2021] Sosyalist solculuktan geri kalanların bugün tanık olduğumuz maskaralıkları — diyordum — Marksizmde başından beri mevcut sakatlıklardan ayrılamaz. 1840’larda Marksizm, benzersiz bir makro-teori ve büyük anlatı olarak çıkageldi. İnanılmaz bir zenginlik ve derinlikti, bir bakıma. Yok yoktu, yükselen sosyal bilimlerden: felsefe, tarih, edebiyat, ekonomi, sosyoloji, antropoloji. “Her şeyin teorisi” gibiydi. Gayet bilimci, bilimperest bir 19. yüzyılda, “bilimlerin bilimi” olma iddiasını taşıyordu.

Bir daha da böylesi, bu kadar kapsamlısı, bu kadar iddialısı görülmeyecek kuşkusuz. Ancak bir de madalyonun diğer yüzü var. Bir, Marksizmin yepyeni sezgiler, içgörüler, kendinden önce hiç söylenmemiş (veya bu şekilde söylenmemiş) parlak fikirler taşıyarak zuhur ettiği dönem çoktan geride kaldı. Kazanımları bir noktadan sonra başka yaklaşımları enlemesine keserek yayıldı ve (belki tarih başta olmak üzere) bütün sosyal bilimlere maloldu. Marksizmin bu açıdan bir özelliği (faraza Marksist tarihçiliğin Marksist olmayan tarihçiliğe üstünlüğü) diyebileceğimiz bir vazgeçilmezlik artık söz konusu değil. İki, Marksizmin çeşitli teorik eksik, yanlış ve deformasyonları zamanla daha belirginleşti. Bunları daha çok Marksist olmayan veya Marksizmden uzaklaşanlar düzeltti. Marksist kalanlar hatâya hatâ demeyip başka ve giderek cılızlaşan mazeretler bulma yoluna gitti. Üç, Marksizmin politik projesi sonunda çöktü. Ortada işçi sınıfı devrimi de kalmadı. Bu yolla kurulacak sosyalizm ve komünizmin arzu edilirliği de kalmadı.

Fakat ilginçtir; Marksizmde (veya son tahlilde Marksizmden türemiş bir popüler solculukta) ısrar edenler, sanki böyle bir sonuç yokmuş, olmamış gibi davranabiliyor her nasılsa. Gerçeklikte yaşanan yenilgi ve çöküntü zerrece etkilemiyor teorik inançlarını da, bunlardan türeyen davranış biçimlerini de. Böyle garip ve yersiz bir gururun kökeni, bir zamanların düşünsel üstünlük çağında yatıyor. Siyasî ve askerî tarihte de bu tür tersyüz oluşlara çok rastlanır. Bir dönemin olağanüstü başarıları, kesintisiz zafer ve fetihleri, muazzam bir üstünlük kompleksini beraberinde getirir. Osmanlılara da 15. ve 16. yüzyıllarda böyle oldu. Öyle bir kibir edindiler ki, uzun süre hep önlerine değil arkalarına baktılar. Çözümü geride kalanlarda aradılar. 17. ve 18. yüzyıllarda ileriye dönük bir vizyonla gerekli reformlara bir türlü el atamadılar.

Marksistlerde benzer bir kibir çok erken bir aşamada oluştu. Tarihin doğrusu bizdeydi, iktisadın doğrusu bizdeydi, sosyolojinin doğrusu bizdeydi, siyasetin doğrusu bizdeydi; her bir şeyin doğrusu bizdeydi kısacası. Başka kimsenin bilmediği, düşünemediği, akıl edemediği neler neler… Ve tabii, bir de “tarihin yönü”ne, dolayısıyla “kesin zafer”e mutlak inanç vardı, bu entellektüel zenginlikle elele giden. Hem müthiş bir epistemolojik özgüveni besliyordu. Hem de zulme karşı direnci arttırıyordu ağır baskı ve zulüm koşullarında.

Ama aynı zamanda, “yalnız ve mağrur ülkem” misali, yalnız ve mağrur bir sosyalistliğe de yol açıyordu. Ve kökeninde, bir bakıma Marx’ın “burjuva bilimi” karşısında kendi kibiri, kendi entellektüel sektarizmi ve üsttenciliği vardı. Bu, çok daha az obsesif kişiliği, buna karşılık daha geniş, ansiklopedik, hattâ eklektik ilgi alanlarıyla Engels’ten ziyade Marx’a özgü bir ego ve egosantrizmdi. Şahsen Marx, 1846’dan (Alman İdeolojisi’nden) beri hiç yanlış yapmamış gibiydi teorik planda. Oysa kapitalizmi sırf soyut bir üretim tarzı ve dolayısıyla yalnız iki sınıftan ibaret gibi düşünmemiş miydi, epey bir süre? Ya da en azından, böyle düşünülmesine — ve dolayısıyla, gelecek yazıda irdeleyeceğim “sınıfa karşı sınıf” (classe contre classe) kabalığının peşinden sürüklenilmesine çanak tutmamış mıydı? Kapital’in birinci cildinin önsözündeki, önce dış eşikten öze, derindeki soyuta, en saf şekliyle ana çelişkiye inmek ve sonra oradan tekrar tekrar çoklu belirlenimlerle toplumun olanca somutluğuna yükselmek vaadini tutabilmiş miydi, bir bütün olarak baktığımızda? Althusser’in “üst belirlenim” veya “çoklu belirlenim” (Fr. surdetermination, İng. overdetermination) diyeceği anlayış, daha çok satır aralarında kalmamış mıydı?

Soyuttan somuta dönüşte kısa düşmenin çok bariz bir kanıtı, devrimi çok uzun süre ekonomik gelişmeye bağlamak değil miydi? Yani kapitalizm ne kadar çok gelişir ve proletarya o kadar kalabalıklaşırsa, o kadar kolay ve erken mi olacaktı devrim? Geniş halk kitleleri sırf veya esas bu nedenle mi ayaklanırdı (ayaklanacaktı)? Düpedüz ekonomizm değil de neydi bu? Kim yaptı bunun, bu terimlerle eleştirisi ve özeleştirisini Marksizm tarihinde? Sonra Asya Üretim Tarzı da ne oluyordu? Marx’ın bütün üretim tarzı kavramlaştırmaları içinde, neden bir tek bu, soyut değil de doğrudan coğrafî bir ad taşımaktaydı? Avrupa-merkezcilik ve Oryantalizm değil de neydi?  Zaten Marx ve Engels, olanca ilerlemecilikleri içinde, dünyanın her yerinde kolonyalizmle de çıkagelse modernizme ve moderniteye kefil olmamışlar mıydı?

Peki, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi’ni ne yapacağız? Marx’ın kendisi, “emeğin bütün ürünlerine eksiksiz elkoyma” formülünü ne zaman eleştirmişti ki, sosyalizm böyle olmaz, olamaz diye? Popülist olduğunu hiç söylemiş, imkânsızlığına dikkat çekmiş miydi? Oysa bütün Marx-öncesi sosyalizm ve sonra kısmen Marksist sosyalizmin sosyalizmden beklediği, bunun üzerine kurulmamış mıydı? Şimdi (1875’te) ne kadar rahat söyleyebiliyordu, sosyalizmde işçi ücretlerinin yaratılan değerin tamamını değil ancak bir kısmını kapsayacağını — çünkü o zaman da sermaye biriktirmek gerekeceğini ve dolayısıyla büyük bir yatırım fonunu bir kenara koymanın zorunlu olacağını? İyi de, işçinin artı-değeri bu sefer başka bir merciin elinde birikecekse, bunun kapitalist üretim tarzından teorik farkı bu merciin kötü değil iyi olacağı varsayımından başka nerede düğümleniyordu?

“Aaa, ama siz bu kadarcığını da anlamamış mıydınız canım? Yani bu kadar da cahil olunabilir mi; hayret doğrusu.” Böyle özetlenebilir, Marx’ın Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi’ndeki tutumu. Aynı küçümseyicilik, hattâ aşağılayıcılığa, ağır Alman sarkazmının fışkırdığı aynı dile, hemen bütün kişisel polemiklerinde olduğu gibi, daha nokta atışlı “geçerken sataşma”larında da rastlanır: Rodbertus, Proudhon, Malthus, Bentham, Jean-Baptiste Say, Bakunin ve daha niceleri. Kişisel kavgacılık diyebileceğimiz bir karakter özelliğinin değil, ki o da vardır; daha çok ideolojik kavgacılığının tezahürüdür. Ama tabii ak-kara, “ya hep ya hiç” mantığının bin beterine Lenin’de rastlarız. Çünkü “tek yol devrim” fikri iyice keskinleşmiş, “devrimin partisi” iyice katılaşmaya başlamıştır artık. Demokratik mücadelede çok çeşitli alternatifler olabilir; demokratik bir parti içinde farklı görüşler bir arada yaşayabilir. Sadece ve sadece devrime angaje olduğunuz, kendinizi sınıf savaşının partisi olarak tanımladığınızda ise bu tolere edilebilirlikler yelpazesi alabildiğine daralır. Belirli bir anda devrime ulaşmanın (veya devrimi ilerletmenin) bir tek doğru yolu olabilir ve bütün diğer öneriler normal koşullardaki, normal bir tartışmanın konusu değildir. Bir ölüm kalım meselesidir. Her şey bıçak sırtında ilerler (veya öyle olmak zorunda sanılır). Dolayısıyla örgütlenmesi de, disiplini de, emir-kumanda zinciri de, stratejisi ve taktikleri de, düşmanlara ve içimizdeki düşmanlara ilişkin bütün kavramları da askerî bir terminolojiyle, bütün bir savaş ve ordu terminolojisiyle anılmaya başlar.

Marx’a göre Lenin’in ihtilâlci kibrinin çok daha sert ve mütecaviz, polemiklerinin çok daha ezici olması biraz da buradan kaynaklanır. Lenin’in hemen her zaman birileriyle polemik halinde olması, “tek yol devrim”ciliğin ve kendisinin “profesyonel devrimcilik” dediği şeyin patolojik anatomisidir (kanserleşmesidir) aslında. Yerine göre ekonomiyi unutmakla, yerine göre politikanın üstünlüğünü unutmakla (ve bu yüzden, her iki durumda da Marksizmin abc’sinden haberi olmamakla) suçlayabilir karşıtlarını. Kendisinden ise, en azından yeni bir sürecin başlangıcında, yüzde yüz emindir. Gerçi şunu kabul edelim: o devrim yolunda ve kendi kuşağı arasında, olağanüstü sayılması gereken bir kişisel özeleştiri kapasitesi vardır Lenin’in. Savaş Komünizmi’nden geri çekilmesi ve Yeni Ekonomi Politikası’nı (NEP) formüle edebilmesi, en azından devrimin ve sosyalizmin gidişatı açısından olup bitene duyarlılığı ve uyanıklığını yansıtır. Bunda, henüz bir Büyük Lider olmamasının, kendi kendini Ulu Önderleştirmemesinin de payı vardır. Örneğin Mao’yu da, Çin’deki Büyük İleri Atılım (1958-1962) felâketi, istemeye istemeye de olsa özeleştiri yapmaya zorlar. Ama etrafında inşa edilen (inşa ettirdiği) bireye tapma kültü sonucu, kısa zamanda zerresi kalmaz bu göreli tevazunun. Oradan Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne gider ve kusursuz bir sosyalizm uğruna belki 20 milyon insanın kanına girer.

Lenin’in ve bütün takipçilerinin sorunu, kendi aşırı özgüvenlerinin partileşmesi, partinin mutlak özgüvenine dönüşmesidir. Parti fetişizmi, partinin gücü, partinin yanılmazlığı Lenin’den başlayıp Stalin’e gider. Arthur Koestler’in Gün Ortasında Karanlık’ından Marta Meszaros’un Kisvilma’sına (Küçük Vilma) kadar, 1930’ların bütün Stalinistleri (maddî-manevî işkencecileri dahil) hep aynı şeyi tekrarlar: Sen ben hatâ yapabiliriz, ama Parti (böyle, büyük harfla; the Party) asla hatâ yapmaz. Oysa apaçık ortadadır, partinin sürekli hatâ yapmış olduğu. Ama “Türkler asla kadına el kaldırmaz” yalanında olduğu gibi, tekrarlana tekrarlana gerçek olduğuna inanılır, inandırılır (*).

SBKP (B) Tarihi’nin “beyaz cüceler”e yönelik gaddar, kahhar dili, Marx’tan başlayıp Lenin’e uzanan o taarruz ve galeyanın en uç noktasını oluşturur. Teori ideolojiye, ideoloji harekete, hareket partiye dönüşmüştür. Parti büyük bir konfordur aslında. Bir “rahatlık kuşağı”dır (comfort zone). Bir kimliktir, bir aidiyettir, bir geri dönülmezlik ya da kopamazlık ve başka yere gidemezliktir. Burası bizim evimizdir velhasıl. İnancın müşahhas halidir. Yanılmazlık ve kavgacılık birleşir bu noktada. Savunamazsak, koruyamazsak, uğrunda kavga edemezsek; burjuvaziye, faşizme, gericilere, oportünistlere, revizyonistlere, sağ ve “sol” sapmacılara, sosyal demokratlara, sınıf hainlerine, Troçkistlere, anti-Sovyet herkese… saldıramazsak, dövemezsek, hiç olmazsa sövemezsek, hakaret edemezsek, mânen boyun eğdirip (veya eğdirmiş gibi yapıp, eğdirdiğimize inanıp) hiç olmazsa o yolla kendimizi tatmin edemezsek… elimizde başka ne kalır ki şu hayatta?

Hazin olan, nesiller boyu bir yığın fraksiyona mensup bir yığın gencin, Marx’tan, Lenin’den veya Stalin’den bula bula bu dili taklit etmeye kalkmasıdır. Türkiye’ye nasıl girdi bu huylar? Önce Eski Tüfekçiler TİP’e karşı böyle süper-Bolşevik bir saldırıya geçti. Ardından, aha 1960’ların sonlarında bizlerin çok hoşumuza gitti, amfilerde ayağa kalkıp gürlemek; “kitabî bilgi”ye başkaldırmak; sınıf arkadaşlarımızı (Çin Kültür Devrimi taklidi) “gerici burjuva otoriteleri” gibi adlar taktığımız hocalarımıza karşı ikide bir boykota çağırmak. Devamında, korkunç şeyler söylemeye koyulduk birbirimize karşı. Herhangi bir grup veya mahfil en son ne zaman, kiminle bölünmüşse, işte asıl kendine en yakın olması gereken o diğerleri, derhal en kötü oluveriyordu. Özellikle 60’lar ve 70’lerde yaşadık bu bezdirici nefretleri, sataşmaları, tahrikleri, gıcıklıkları. Üzerine bir 12 Eylül, bir de Sovyetlerin çöküşü bindi. Osmanlının son demlerinde “Türkün Türkten başka dostu yok” raddesine gelinmesi gibi, bir tür solcunun da solcudan başka dostu kalmadı.

Evet, fars; bu yüzden fars. Klasik, sıradan milliyetçiler misali, herkese ve her şeye düşman kesildiler. Durup durup “Yetmez Ama Evet”e saldırmalarının  ardında, böyle uzun ve kötü bir geçmiş var. Marksizm (veya solculuk) onlar için sadece insanların kafalarında kırılacak bir sopa. Artık hiçbir tutarlılığı kalmamış, paramparça bir zihinsel çöplükte yaşıyor; çıkışsız, umarsız bir hınca sarınıp, hâlâ en ufak bir umut, bir olumluluk, bir parça enerji taşıyan ne varsa kendileriyle aynı çukura çekmeye çabalıyorlar.

(Halil, imdi bu sözü eğri büğrü söyleme. Bütün bunları nereden biliyorsun? Kendimden biliyorum.)

——————————————-

(*) Türk siyasal düşüncesi ve kültüründe, Partinin yanılmazlığına, Devletin yanılmazlığı ve yenilmezliği karşılık gelir. Muhalif demokratlardan birçoğunun da paylaştığı bir paradigmadır (maalesef). Parti kadar soyut bir Devlet heyûlasıdır, söz konusu olan. Kendi başına bir öznedir. Kendi aklı ve ruhu vardır. Kendi kararlarının kendisi verir. Bütün (diğer) siyasî partilerin üzerindedir. Yerine göre onları kendine çeker ve iradesine râm eder. Bileğini bükmek mümkün değildir. Olağan ölçülerde muhalefet boşunadır. Otoriter bir iktidarı seçimlerde yenilgiye uğratıp yeni ve demokratik bir hükümet kurmak da boşunadır bu yüzden. Şu veya bu yolla iktidara gelen her parti, bu Devlet tarafından yutulmaya mahkûmdur. 

- Advertisment -