Dersim’de yaklaşık 15 gündür süren orman yangınları var. Bu durum doğal olarak bölge insanı ve sivil toplum örgütlerinde hassasiyet yaratmış durumda. Muhalif yayın organları ve sosyal paylaşım ağları üzerinden şu görüş seslendiriliyor:
“Dersimlilerin kendi imkânlarıyla ormanları söndürme çabaları yerel güvenlik mercilerince engelleniyor. Yangınlarla hayvanların yaşam alanlarının yanı sıra pek çok endemik bitki örtüsü ortadan kaldırılıyor, coğrafyamız yaşanmaz hale getiriliyor.”
Bu tezlerde kabul edilebilir tesbitler var. Bu tesbitlere katılmamak mümkün değil. Devlet orman yangınlarına karşı refleks göstermeli, yangınları söndürmek için girişim başlatmalı. Aksi halde “devlet yangınlara seviniyor” algısı gelişir.
Ancak ileri sürülen tezlerde bir o kadar da yanlış yaklaşımlar var. Ben buna doğrunun gösterilerek hakikatin bükülmesi diyorum.
Her şeyden önce orman yangınlarındaki gerçeklik, bize gösterildiği gibi değil. Batıda gördüğümüz türden bir orman yangınları dalgası ile karşı karşıya değiliz. Bazı yerlerde oldukça lokal düzeyde seyreden yangınlar var. Pekâlâ basit müdahalelerle kontrol altına alınabilir. Zaten Valilik de kara propagandayı yok etmek için bazı yangın yerlerine müdahale ederek kontrol altına aldı.
Peki, lokal düzeyde seyreden yangınlar neden çıkmış olabilir? Sebebi basit. Çatışmalar yüzünden. Çünkü yangınların meydana geldiği yerler, devletin de, yöre insanının da, dağdakilerin de çok iyi şekilde bildiği üzere, o “dağdakilerin” üslenme ve barınma yerleri.
Bazı muhalif yayın organlarına göre, bölge “yangın kazanları” ile vuruluyor, yangınlar bundan sonra çıkıyormuş. Bu iddia köylülerin söylediklerine dayandırılıyor. Devletin elinde, özel olarak yangın çıkarmaya yönelik bu tür bir donanım yok. Ancak son yıllarda gerek SİHA’lardan, gerekse helikopter ve uçaklardan atılan güdümlü füzelerin değdikleri yerde ateş topu çıkardığını biliyoruz. Köylülerin daha önce görmedikleri bu mühimmatı “yangın kazanları” olarak değerlendirdiği anlaşılıyor.
Artık hakikat zamanı
Dersim’deki orman yangınları siyasal yarara zemin yapıldığı için, ne soruna çare bulunabiliyor, ne de sorunun tekerrür etmemesi için çözüm aranabiliyor. O yüzden her yıl Temmuz ve Ağustos aylarında Dersim’de meydana gelen orman yangınlarını konuşuyoruz.
İsviçre’de yaşayan Dersimli romancı ve aktivist Haydar Karataş, orman yangınları hadisesinden sonra kendi kişisel sayfası üzerinden Dersimlilerin orman yangınlarına karşı gösterdiği zihniyeti eleştiren bir yazı kaleme aldı. Dersim eski milletvekili Hüseyin Aygün’ün de twitter’dan paylaştığı yazı, “Yanan Dersim ormanları devrime kurban olsun” başlığını taşıyor.
Karataş, yangınlarla ilgili iki önemli tesbit yapıyor. Birinci tesbit: yangınlar savaş olduğu için çıkıyor. İkinci tesbit: yangınlarda Dersimlilerin de sorumluluğu var. Çünkü Dersimliler bu savaşa karşı çıkmıyor; bu savaşı haklı savaş olduğu gerekçesiyle istiyorlar. Bu da savaşı olağanlaştırıyor. Karataş, Dersimlilerin bu yüzden yangını yanlış kodlarla okuduklarını, hep devleti suçladıklarını, ancak dağdakilerin de bu işin asıl sorumluları olduğunu görmezden geldiklerini, böylece Dersimlilerin savaş bittiğinde nasıl yaşanabileceğini hayal dahi edemez olduğunu söylüyor:
“Berlin’de bir apartman katında kalaşnikoflu adam görünse ne yapar Alman polisi? Komşuları, binayı, hattâ sokağı tahliye eder. Almanya zaten kötü bir devlet midir diyorsunuz. Hadi İsveç, İsviçre’de ormanda silahlı insanlar görülse ne olur? Oraya giriş çıkışı yasaklarlar, köyleri tahliye ederler. Değil insanın oraya girmesine, inek ve keçinin girmesine dahi izin vermezler. Devlet Dersim’de bunu yapıyor! Senin mücadele biçimin, düşünme biçimin zalimin toprağını talan etmesine dâvettir; neden bunu anlamıyorsun?”
Karataş’ın yazısı şu çağrı ile bitiyor: “Dersim’de orman yangınları ve göçü engellemenin tek bir yolu var: Dersim’de en radikal sol fikre evet, ama silâhlı olanına hayır, denmelidir.”
Kim değil, neden
Dersim’deki orman yangınlarını doğru zeminde tartışarak gündemimizden çıkartabilir miyiz? Çıkartabiliriz. Ama bu zemin, kesinlikle “yangınları kim çıkarttı” sorusu değil. Doğru zemini bize bulduracak hayati soru, Karataş’ın da vurguladığı gibi “orman yangınları neden çıktı?” sorusudur. Çünkü neden sorusu yerine kim sorusunu sorarsak, hakikati kendi amaçlarımız doğrultusunda araçsallaştırmış oluruz. Zaten HDP’nin, HDP güdümündeki sivil toplum örgütlerinin ve halka “öcü” göstererek çıkar elde etme ustası haline gelen tanınmış isimlerin yaptıkları da bu.
Bugün Dersim’de orman yangını çıkmasın şeklinde seslendirilen talebin tercümesi, devlet operasyon yapmasındır. Kulağa hoş geliyor. Ama söz konusu ormanlarda barınan militanlar, yarın öbür gün yol kesip veya karakol basıp bu ülkenin doğusuna, batısına cenaze gönderdiğinde ne olacak? Yangınları gerekçe sayıp gösteri yapanlar, bunun da sorumluluğunu alıyorlar mı? Devlet dağdakilerle ormanlara zarar vermeden mücadele etsin deniliyorsa, o zaman ormanların zarar görmemesi için dağdakilerden ormanlarda saklanmamalarını istemek de gerekmez mi?
Devletin orman yangınlarındaki sorumluluğu görülüyor, ama dağdakilerin sorumluluğu görülmüyor. Neden dağdakiler ısrarla gözden ırak tutuluyor, orman yangınlarındaki sorumlulukları konuşulmuyor? Oysa dünyanın hiçbir yerinde egemen bir devlet, kendi egemenliğini silâhlı unsurlarla paylaşmaz. Paylaşırsa zaten devlet olmaz.
Daha da önemlisi, 50 yıldır Dersim’in dağlarında, balta girmemiş ormanlarında, derin vadilerinde silâhlı unsurlar var. Bu silâhlı örgütler, bugüne kadar halk yararına olacak hangi kazanıma imza atabildi ki bundan sonra atabilsin? Veya ufukta dağdakilerin yapabilecekleri bir devrim mi görünüyor? O zaman silâhta ısrar neden? Silâhsız çatışmasız Dersim’in, silâhlı ve çatışmalı Dersim’den daha çok refah ürettiği, son yıllardaki deneyimlerle yeterince ispatlanmışken?
Sol örgütlerin 50. yılına, PKK’nin 40. yılına giren silâhlı mücadelesi, artık sürdürülemez bir maliyet oluşturmakta. Bu maliyet bazen Cudi, Gabar, Lice, Dersim’de orman yangınları oluyor; bazen Maçka’da 15 yaşındaki Eren Bülbül’ün delik deşik cesedi, bazen Yüksekova’daki bombalı saldırıda bedeni paramparça olan 11 aylık Bedirhan’ın masumiyeti olarak karşımıza çıkıyor. Bazen de Sur, Kızıltepe, Nusaybin ve Şırnak’ta milyonlarca yoksulun evinin barkının yıkılması olarak gerçekleşiyor.
Dersim’deki orman yangınlarında takınılacak en doğru tutum, dağda var olmanın artık topluma karşı suça dönüştüğü, doğanın ekolojisine dahi zarar vermeye başladığı; artık bu “mücadele”nin sonlandırılması, devletin de bu gerçeği gören yaklaşımlar geliştirmesi gerektiği hakikatini haykırmaktır.