Ana SayfaYazarlarYapraklar solarken…*

Yapraklar solarken…*

Tomurcuklar açtığında, bir de yapraklar solduğunda bize çok iş düşer. Bir mezar kazıcısından.

 

Bir tek şeyin adini koydum, Kasim’un. Nüfusta oldi, Tuncer. Nasil oldi, onu da bilmeyirum” dedi babam. Kendisine soru soran küçük kardeşim Günay’a… 

 

Kardeşim, birkaç ay önce sosyal medyanın dayanılmaz hafifliğine kapılarak WhatsApp’ta ‘Geniş Aile’ adında bir gurup kurdu. İyi de oldu aslında, dokuz kardeş birbirinin günlük yaşamlarını konuşuyorlar orada. Ayrık otu olan ben konuşmalara nadiren katılsam da okumadan geçmiyorum genelde.

 

Geçen gece bir konuşma sırasında benden sonra doğan Ümmü Gülsüm ve Sevilay’ın evde, diğerlerinin hastanede doğduğunu söyledim. Hikâyelere küçüklüğümden beri meraklı olduğum için babaannemden ve genç yaşta ölen annemden dinlemiştim. Aramızda tartışma büyünce, Rize’de babama yakın oturan Günay, “Sabah soracağım babama” diyerek araştırmacı gazeteciliğe soyundu. Ertesi sabah Günay babamla video röportaj yaptı. Babamın verdiği cevaplar ilginç olduğu kadar, hüzünlüydü de. Birçok kardeşimin doğumunda annemin yanında değil, gurbetteydi. Hatta benden sonra doğan Ümmü’nün yüzünü altı ay sonra görmüştü. Doğumlarında yanında olamadığı gibi isimlerini de o değil, hep başkaları koymuştu. Babaannem, dedem, komşular, doğumda bulunan ebeler… “Sen hiçbir çocuğuna isim koymadın mı baba?” diye soran kardeşime, girişte yazdığım sözü söyledi babam. Yani, benim ismimi koymuştu Kasim diye, nüfusta olmuşum Tuncer. (Adımın Kasım değil de Tuncer olduğunu 6 yaşımda ilkokula yazıldığımda öğrenmiştim. Ayrı bir yazı konusu başlı başına…)

                                            ***

Dört mevsim içinde sonbaharın yeri ayrıdır bende. Akıp giden hayatı, yaşanmışlığı yüzüne çarpar solup giden yapraklar. Büyük siyasi kavgaları, idealleri değil de bize insan olduğumuzu, kaybedecek sevdiklerimizin olduğunu hatırlatır; bastığında hışırtı çıkaran yapraklar. Betonlarla çevrili bir yaşam düzeninde pek farkına varamasak da o yapraklar her sonbahar solmaya, dökülmeye devam ediyor. Yaş aldıkça yitirdiklerimizi hatırlatırcasına…

                                            ***

Bir tanıdığım vardı, zaman zaman sohbet eder, gülerdik karşılıklı; adı Nurettin. Gümrükçüydü, işinde gücünde, sıradan bir yaşam sürüyordu herkes gibi… Bazı sohbetlerde İstanbul’dan çekip gideceğini, Ege’de küçük bir köye yerleşeceğini söylerdi. Öfkelenmezdi pek tavla oynamanın dışında. Tavlada kaybettiğinde Gürcü damarı ortaya çıkar, basardı kalayı. Bazı insanlara küfür etmek yakışır derler ya; öyle biriydi Nurettin. Bir yıl kadar önceydi, elinde röntgen filmleriyle gördüm onu. “Hayrola?” diye sordum, anlattı. Kemik kanseri teşhisi koymuşlar, başlangıçmış, bir süre tedavi görmesi gerekiyormuş… Yüzü gülüyordu “Benim gibi adam kansere yakalanır mı” derken.

Arkadaşım tedaviye başladı, kemoterapi görüyordu. Saçları döküldü, “Eskiden bu kadar yakışıklı değildin, Yul Brynner gibi karizmatik bir adam oldun” diye takılırdım ona. Basardı küfrü o gür sesiyle. Sonra saçları yerine geldi; saçlarıyla birlikte neşesi de. Harbi yakışıklı bir adam olmuştu. Ekimin son haftası görüştük son kez, yine hayallerinden bahsetti Nurettin. “Tedavim bitince, terk edeceğim ulan bu İstanbul’u. Yerleşeceğim o küçük köye, bir daha da adımımı atmayacağım” dedi masadakilere…

 

“Gitme, özleriz seni” diyecek olduk. “Özleyen pe… gelir görür” diye o meşhur küfürlerinden birini savurdu masaya. Gülüştük karşılıklı. Kasım ayının ikinci günü sıklıkla gittiğim lokale uğradım. İçeri girer girmez anladım bir şey olduğunu, suratlar asıktı. “Nurettin” dediler, sadece… Nurettin’i doğduğu Ordu’ya götürdüler o gece. Küçük ama çok insan hayallerini de yanına koyarak. “Yaşlanmanın en kötü yanı, yaş aldıkça eksiliyor, yalnızlaşıyorsun” demişti bir büyüğüm. Yaşlanmak eksilmektir aslında sararıp dökülen yapraklar gibi… 

 

Bir Karadeniz türküsüyle bitireyim hikâyeyi: Ben denizde bir gemi/ Dalgalar vurur beni / Ben ağaçta bir yaprak/ Rüzgâr savurur beni        

 

* Bu yazı Cins Dergisinin Aralık 2015 sayısında yayınlanmıştır.

- Advertisment -