Yardımcı doçentliğin kaldırılmasıyla ilgili yazılarım ve sosyal medya paylaşımlarım üzerine bir meslekdaşımdan bir mektup aldım. Konuyu daha iyi anlamaya yardımcı olacağı düşüncesiyle, bu mektubu kısaltarak okuyucularımla paylaşıyorum.
* * *
Sevgili Hocam:
Facebook duvarınızda “Yardımcı Doçentlere Çağrı” başlıklı iletiniz üzerine, aşağıdakileri size yazma gereği hissettim. Bir bilgi notu olarak düşünün lütfen yazdıklarımı. Ayrıca şunu belirteyim ki burada yazdıklarım, ulaşabildiğim tüm ortamlarda da ifade ettiğim düşüncelerdir.
(1) Üzgünler demişsiniz; tam 36 bin yardımcı doçent bu durumda şu anda. Çünkü başka bir adlandırmadan başka bir şey olmayan değişiklik herkes tarafından tenzili rütbe olarak algılandı.
(2) Cumhurbaşkanına ve hükümete yanlış bilgiler ulaştırılıyor demişsiniz. Çok haklısınız. Keşke Cumhurbaşkanı en azından birden fazla kişinin görüşünü alarak konuya eğilseydi. Hatırlayın, Cumhurbaşkanı tarafından bu konu adeta bir müjde gibi sunuldu. Neden? Çünkü birileri ona: “Efendim, doktorasını bitiren adamın önüne sen önce şu kadar yıl yardımcı doçent olarak çalışmalısın, ondan sonra doçent olabilirsin deniyor; bu, doçentliğin önünde bir engel teşkil ediyor” demişti. O da zannediyor ki şimdi yapılmak istenen düzenlemeyle işte bu kaldırılıyor. Siz de biliyorsunuz ki birkaç üniversite dışında zaten böyle bir uygulama yoktu. Olanlar da mahkeme kararıyla iptal edilmişti.
(3) Aslında yardımcı doçentlik meselesinde kayda değer bir sorun zaten yoktu; dil sınavını geçemeyenler ile jüride bir şekilde takılanlar dışında. Peki, cumhurbaşkanının müjdesine mazhar olacak kadar büyük sorun nasıl ortaya çıktı? Aslında siz de biliyorsunuz, bazı isimlerin bu süreçte ne tür dalavereler çevirdiklerini.
(4) Kamu hizmetlerinin üretilmesine ya da sunulmasına ilişkin süreçler, ülkenin siyasal sisteminden bağımsız olarak, “genellikle” aynı şekilde yürütülür. Bir kamu hizmetinin herhangi bir aşamasında yanlışlık varsa, düzeltilmesi gereken taraflar mevcutsa, bunlar önce hizmetten yararlananlarca ya da hizmeti üretenlerce dile getirilir ve bunlar gerektiği durumda yönetim sistemi içinde bir üst kademeye iletilir. Eğer sorun yasal bir düzenleme gerektiriyorsa da parlamentonun bunu düzenlemesi gerekir. Şimdi yardımcı doçentlik meselesine bakalım. Yukarıda da söylediğimiz gibi zaten ortada kayda değer bir sorun yoktu. Diyelim ki bir sorun vardı. Bu durumda bu sorunun yardımcı doçentlerce dile getirilmesi, üniversiteler aracılığıyla YÖK’e aktarılması ve yasal düzenleme yapılması gerekirdi. Maalesef süreç böyle işlemedi. Geldiğimiz noktada durum ortada.
(5) Konunun en eğlenceli kısmı üniversiteler tarafı. Hatırlarsanız, altı ay önce bu konu ilk kez gündeme geldiğinde YÖK üniversitelere dedi ki, “Komisyonlar oluşturun, yeni model nasıl olmalı, çalışın.” Talimatı alan üniversiteler komisyonlar kurdu, çalıştı. Ortaya çıkan görüşler YÖK’e iletildi. YÖK günlerce toplantılar yaptı, sonra geçen Cuma günü, biliyorsunuz, o garabet soru-cevap metnini yayınladılar. Tarih 12 Ocak 2018, saat 17:00 idi. Ama aynı günün sabah saatlerinde YÖK’ün getirmesi gereken sistem devletin tepelerine yakın bir akademisyen tarafından zaten açıklanmıştı. İnsan düşününce akla şu geliyor: Bu kadar emeğe yazık. Onca üniversite yöneticisini niye âlet ettiniz? Madem ne yapacağınızı belirleyen birileri vardı. Sorsaydınız ona, yapsaydınız. Zaten o ne istediyse onu yapmışsınız.
(6) Ben YÖK’ün durumunu aslında şu şekilde okuyorum. YÖK de talebin karşılanmasının imkânsızlığının farkında. Yardımcı doçentliği kaldıracak bir “müjdeyi” organize etmek hiç de kolay bir şey değil. Baskı da ortada. YÖK yaptı düzenlemeyi, topu üniversitelere attı ve dedi ki “Baskı benim üstüme gelmesin. Ben üniversitelere topu atayım. En azından bundan sonra bizi değil üniversite rektörünü sıkıştırsınlar.”
(7) Ama bu durumun uzun vâdede ortaya çıkaracağı çok ciddi sorunlar var. Doçentliğin de yardımcı doçentlik ve profesörlük gibi idari bir kadro haline getirilmesiyle üniversite yönetimleri çok güçlendiriliyor. Biliyorsunuz, uzun yıllar boyunca merkez üniversiteler Anadolu’dan gelen gençlere kapalı kaldı. Taşradaki üniversiteler açılınca tekel kırılabildi. 2019 yılında Tayyip Erdoğan diyelim ki seçimi bir şekilde kaybetti. Siyasal iktidar değişti. On yıl sonra üniversitelerin yine eski haline dönmesini sağlamaz mı bu yetki? Yeni düzenleme diyor ki dil şartı 55’den aşağı olamaz (hoş, bu zaten saçma bir cümle; adam doktora yapabilmişse zaten 55 i almış demektir). Peki üst sınır? Yarın Hacettepe, Ankara Üniversitesi bende doçent olacaksan 90 YDS getirmen gerekiyor derse, kim ona haksızsın diyebilecek? Ya da yurtdışındaki şu şu üniversitelerde en az şu kadar sömestr ders vermiş olman gerekir derse?
(8) Yeni adlandırmanın tenzili rütbe gibi algılanması çok normal. Eski yardımcı doçent, yeni öğretim üyesi sıfatını taşıyan öğretim elemanları yanında, baştan beri öğretim görevlisi ünvanı taşıyan, çoğunlukla sadece master yapmış ve ders vermekle yükümlü öğretim elemanları var. Yeni durum, en azından doktora yapmış adamı ayırmak bir yana, isim benzerliği ile aynı noktaya getiriyor. Ama bunun ötesinde daha ciddî bir sorun oluşturacak. Diyelim ki master yapmış öğretim görevlisi olarak çalışan öğretim elemanı doktora yaptı, bitirdi. Şimdi ne olacak onun adı? “Adını değiştirmiyoruz. Öğretim görevlisisin hâlâ. Ama biz sana öğretim üyesi gibi davranacağız” mı diyecekler? Doktorayı bitiren öğretim görevlisi maaş ve özlük hakları bakımından eski durumunu mu koruyacak, yoksa sınıf mı atlayacak? (Nasıl bir atlamaysa, o da belli değil ama.)
(9) Doçentlikte merkezi sınav kaldırıldığında ve eski yardımcı doçent, yeni adıyla öğretim üyesi sıfatı taşıyan öğretim görevlileri doçentlik belgelerini aldığında (ve üniversite tarafından atandıklarında) ortada kategorik olarak iki doçent türü çıkmayacak mı? ÜAK eliyle doçentlik sınavına sokularak doçent olanlar ve ÜAK yeterlilik belgesiyle Üniversite tarafından doçent yapılanlar. Yardımcı doçentlikte bile bir sürü dalaverenin döndüğü üniversite düzeninde bu, yeni ayak oyunlarına sebebiyet vermesinin yanında, iki doçent kategorisi arasında bile psikolojik olarak bir ayrım oluşturmayacak mı? (Ki şimdiden başladı; sanki bundan sonra doçent olacaklar kendilerinden daha niteliksizmiş gibi bir algı var ortada.)
(10) Yardımcı doçentlikte aslında bir sorun yok. Sorun doçentlik olayında. ÜAK tarafından oluşturulan kriterler sistematiği sorunlu. Aşağıda, bunlara ilişkin kısa notlarım yer alıyor.
(a) Doçentlik yayınlarının yüzde 90-100 oranında doktora sonrasıyla sınırlanması, doktora öncesinde yapılan ciddi yayınların çöpe gitmesine neden oluyor.
(b) Uluslararası makale kriterinin 1/b maddesiyle uluslararası alan indekslerinin ISI ve SCORPUS’la sınırlanması da pek çok yayının çöpe gitmesine sebep oluyor. Bu indekslerin özellikle sosyal bilimler alanında çok az dergi taradığı bilinen bir gerçek.
(c) Kendi ülkendeve kendi dilinde yazıp kaliteli bir yayınevinden 250 sayfalık bir kitap yayınlarsan, doçentlikte bunun karşılığı 15 puan (Sosyal Bilimler alanı için 4/c maddesi). Ama yurt dışında herhangi bir yayınevinden para vererek her biri 10'ar sayfalık iki bölüm yayınlatırsan (ki son dönemde herkes bir araya gelip çatır çatır yurtdışında kitap basıyor), hem doçentlikte 20 puan alıyorsun, hem de bu akademik teşvikte aylık 500 lira olarak geri dönüyor. Sırf ÜAK’ın gönlü olacak diye, tüm yazarları Türk olan kitapların yurtdışında basılmasının, paranın yurt dışına gitmesi ve yayınevinin portföyünü güçlendirmesı dışında, kime ne faydası var? Bu kitaplar sadece yazar sayısı kadar basıldığı için, kütüphanelere verilecek veya satılacak da değil.
(d) Atıflarda doktora tezlerine yapılan atıflar sayılmıyor
(e) Projeler başlığında, AB çerçeve programları kapsamında yapılan dandik bir araştırma bile 15 puanla ödüllendirilirken, ciddî bir değerlendirme sürecinden geçirilen TÜBİTAK 1001 gibi projelerin doçentlikte bir karşılığı yok.
(f) Özellikle taşrada bolümler yardımcı doçentler sayesinde yürütülebiliyor. Adam mecburen bölüm başkanı olmuş. Günlük bürokrasiyle uğraşıyor, aynı zamanda ders veriyor. Yüksek lisans açıyor. Tez yaptırıyor. Okuyor, düzeltiyor. Peki karşılığı ne? 4 puan. Ulusal bir makalenin bile 8 puan aldığı bir tabloda 4 puan. Zorunlu olarak yöneticilik yapılan sürelerin mutlaka bu kriterler arasında yer alması gerekmez mi?