Yardımcı doçentliğin kaldırılması meselesi, Afrin harekâtı yüzünden şu günlerde pek tartışılmıyor ama bildiğim kadarıyla gündemden tamamen kalkmış da değil. Bu yüzden meseleyi unutmamamız, üzerinde durmamız gerekiyor. Ancak tartışarak doğruya yaklaşabiliriz. Aslında bakış açımızı biraz daha genişleterek, yardımcı doçentliği üniversitelerin başka (ve hayalî değil gerçek) problemlerinin ele alınmasına vesile kılabiliriz.
Esas açısından: olmayan problemler, fark edilmeyen faydalar
Yardımcı doçentlik sorunu iki bakımdan ele alınabilir: Esas açısından ve usül açısından.
Kestirmeden söylersek, üniversitelerde yardımcı doçentliğe ilişkin veya yardımcı doçentlikten kaynaklanan ciddî bir sorun yok. Bunu anlamak için bir üniversitede beş on yıl çalışmış olmak ve/ya birkaç yardımcı doçentle konuşmak yeter.
Hâlihazırda üniversitelerde yardımcı doçentlik hemen her bakımdan — yani akademikler, üniversiteler ve öğrenciler için — çok önemli bir müessese. Muhtemeldir ki bu statü tesis edildiğinde böyle olacağı düşünülmemiş, hattâ belki böyle olması istenmemişti. Benim açımdan bunda şaşılacak bir durum yok. Yapıp ettiklerimiz beklemediğimiz, tahmin etmediğimiz ve edemeyeceğimiz (iyi veya kötü) sonuçlar yaratabilir. Buna sosyal teoride “niyet edilmemiş sonuçlar” diyoruz. Yardımcı doçentlikte de bu vuku buldu. Bazı mahzurları ortaya çıkmış olabilir ama bana göre yardımcı doçentlik kurumunun iyilikleri kötülüklerinden çok daha dazla. O kadar ki, üniversiteler adı ne olursa olsun bu statüye karşılık gelen bir kadrodan asla vazgeçemez. Bu yapılırsa birçok üniversite abartmasız çöker.
Üniversiteler kusursuz yerler değil; hakkaniyet ve adalete daima değer verilen ve her zaman mutlak anlamda objektif ölçümlerin yapılabileceği kurumlar değil. İş hayatının başka alanlarında yaşanan problemler veya benzerleri üniversitelerde de karşımıza çıkabilir, nitekim çıkıyor da. Ancak mevcut sistem, âdetâ planlanmış gibi, bazı problemleri hafifletmeye de yardımcı oluyor.
Yardımcı doçentlik statüsü kesinlikle doçent olmaya engel değil. Hem üniversitede çalışıp hem de yardımcı doçentliğin doçentliğe geçişi (kişilerin kendi tercihi dışında) uzattığından, geciktirdiğinden, engellediğinden bahsetmek, düpedüz yalan söylemek olur. Hattâ şu dahi mümkün: İnsanlar doktoradan sonra, standartları karşılıyor ve kendilerine güveniyorlarsa, doçentlik için doğrudan ÜAK’ye başvuru yapabilir. Yani yardımcı doçent olmadan doçent olabilir ve doçentlik kadrosuna atanabilir.
Yardımcı doçentlik mahallî iken doçentlik merkezî kaynaklı. Bu sayede bu iki tarz birbirini dengeleme ve denetleme imkânına sahip. Biri çalıştığı üniversitede hak ettiği halde negatif ayrımcılığa uğratılıp yardımcı doçentlik kadrosu alamıyorsa, doğrudan doçentliğe başvurarak bu haksızlığı baypas edebilir. Öte yandan, haklı veya haksız nedenlerle doçent olamıyorsa, yine de bir ismi ve itibarı olan yardımcı doçentlik kadrosunu elde tutup yıkıma uğramaktan kurtulur; üniversitesine ders verip araştırma yaparak ve akademik kurullara katılarak hizmet vermeye devam eder. Bu haliyle yardımcı doçentlik, çok yararlı ve kaldırılması değil muhafaza ve takviye edilmesi gereken bir akademik unvan ve kurumdur.
Diğer taraftan, yardımcı doçentlik akademik verimliliği de teşvik edecek bir kadrodur. Bu kadroya atanabilmek için doktora sonrasında bazı akademik çalışmalar yapmış olma şartı aranıyor. Bu kadroyu almak isteyenler buna yönelik çaba içine giriyor. Bu, üniversitelerde akademik üretimi artırıyor. Nitekim tüm üniversitelerin akademik ürünlerine bakılırsa, yardımcı doçentlere ait olanların önemli bir oran teşkil ettiği hemen anlaşılır.
Bana göre yardımcı doçentlik kadrosu mutlaka korunmalı. Hattâ isteyen insanlar için bir süre sonra (meselâ on yılı doldurunca) daimî hâle getirilmeli. Çünkü bazı insanlar şu veya bu sebeple daha ilerisine yürümek istemeyebilir veya yürüyemeyebilir. Bu durumda onlar hem kendilerini sadece doktorası olanlardan ayıran iyi kötü bir statü sahibi olabilir, hem de örneğin ders yükünün önemli bir bölümünü üstlenerek üniversitelerin ayakta kalmasına katkı sağlayabilir.
Usül açısından: adalet ve hakkaniyete her yerde ihtiyaç var
Hayatın hiçbir alanında olmadığı gibi üniversiteler dünyasında da mükemmel bir sistem yok. Her sistemde, gerek sistemin kendi özelliklerinin yarattığı (yani objektif), gerekse insanların niteliklerinden kaynaklanan (yani sübjektif) problemler olabilir. Giden sistemler gibi gelen sistemler de hep bu özelliklere sahip olacaktır. Bu yüzden, topluca yıkma ve topluca yapmaya kalkışmak yerine tedricen, kademe kademe ilerlemek ve olanı ıslâh etmeye çalışmak en doğrusu. Sistemde aksamalar varsa bunlar küçük adımlarla telafi edilebilir. Hakeza, meslek mensuplarının nitelikleri de uzun vadede iyileştirilmeye çalışılabilir.
Bu usül Türkiye’de pek kabul görmüyor. Bizde sağcısı da solcusu da, dindarı da seküleri de devrimci, toptancı eğilimli. Üniversitelere bakışta da çok zaman hayatın akışına aykırı bu devrimci (yani tamamen yıkıcı, sıfırdan kurucu) tavırlar tezahür edebiliyor.
Ancak bu devrimci tutum birçok mahzur yaratıyor. Bu mahzurların bir kısmı hemen ve daha en başta görülebiliyor. Bir kısmı ise zamanla ortaya çıkıyor. Bazı durumlarda, sonunda fayda elde etmekten çok zarara uğranılmış oluyor. Yardımcı doçentliğin kaldırılması meselesinde de böyle olması ihtimali var.
Diğer taraftan, toptancı adımlar yaygın haksızlıklara da yol açabiliyor. Yardımcı doçentliktek tek, sınavla ve birden fazla adem-i merkezî iradenin kararlarıyla kazanılıyor. Onu kaldırmak ise toptan ve tek bir üst irade marifetiyle yapılmak isteniyor. Bunun sorunlar yaratması kaçınılmaz. Başka hususlar da var. Bir defa, siyasî otoritenin akademinin iç işleyişiyle bu kadar meşgul olması ve bu kadar detaylı biçimde meşgul olması sakıncalı. İkincisi, her uygulama kazananlar yanında kaybedenler de yaratır.
Yapılmak istenen uygulamadan kimler kazançlı çıkacak bilmiyorum, ama kayıplı çıkacakları şimdiden biliyorum. Bir kanun veya kanun hükmünde kararname marifetiyle yardımcı doçentlik kaldırılırsa, çok sayıda insan haksızlığa uğradığına, mağdur edildiğine inanacak. Bu yüzden, siyasî otorite bu konuda adım atmadan önce tüm tarafları dinlemeli. Tüm tezleri kılı kırk yararak değerlendirmeli, sonra karar vermeli. Takip edebildiğim kadarıyla, gelişmeler böyle olmadı.
Yardımcı doçentliği elinden alınan insanlar statü kaybına uğrayacak. “Dr Öğretim Üyesi” yapılmaları bu kaybı gidermeyecek. Kendileri bu hisse kapılacağı gibi, aileleri ve çevreleri de mağduriyet hissedecek. Her halükârda, mağdur hissedenlerin sayısı “iyi oldu, kazançlı çıktım” diyenlerden kat kat fazla olacak. Bundan dolayı siyasî otorite karar verirken ilgili bütün vatandaş kesimlerinin ihtiyaç ve taleplerini dikkate almalı. Az sayıda insanın mutluluğu uğruna daha çok sayıda insanı mutsuz etmemeli.
Yardımcı doçentliğin kaldırılmasının siyasî bakımdan da ne kadar isabetli bir adım olduğu bana göre tartışmaya çok açık. On binlerce yardımcı doçent, aileleri ve etki alanlarıyla birlikte geniş bir seçmen çevresi teşkil ediyor. Bu insanlar yaklaşan seçimlerde siyasî tercihlerini yardımcı doçentlik üzerinden şekillendirebilir.
Bütün bu gerçeklere rağmen siyasî otorite üniversite ünvanlarını yeniden şekillendirmek istiyorsa, o zaman bu, radikal bir adımla, tepeden kılıçla keser gibi yapılmak yerine kademeli olarak, zamana yayılarak yapılmalı. Tasarlanan dönüşümün gerçekleşmesi ve yardımcı doçentliğin ortadan kalkması için, örneğin on yıllık bir süre tanınabilir. Bu hem sarsıntısız geçişi sağlar, hem de haksızlıklar doğmasını büyük ölçüde önler.
Üniversitelerin asıl problemleri
Madalyonun diğer yüzünde, üniversitelerin gerçekten birçok problemi var. Yukarıda işaret ettiğim gibi, bunların bir kısmı sistemin, diğerleri daha ziyade idare makamlarında oturan kimselerin özelliklerinden kaynaklanıyor. Tüm bu sorunların önce ayrı ayrı çalışma gruplarında ve sonra büyük bir sempozyumda etraflıca ele alınması çok iyi olur.
Bence dikkat çekici bir problem, akademik hayata giren insanları standartları yakalamaya zorlamak yerine, bu standartları düşürmeye çalışmak. Bu bazı bireylere fayda sağlayabilir ama bir bütün olarak akademik camiaya zarar verir. Akademik dünyada yer almak, vasıflı bir meslek sahibi olmaktır. Bu mesleğin talepleri başka birçok mesleğinkinden fazladır. Meslekte başarı oranı da başka mesleklere göre daha düşüktür. Bu işe soyunanlar bunu göze almış sayılır. Bu yüzden akademik hayata gireceklerin çok dikkatli olması, iyi hesap yapması gerekir.
Türkiye’nin akademik camiasında statü piramidi tuhaf bir şekil almaya doğru gidiyor. Yıllar içinde profesörlükte bir yığılma ortaya çıkıyor. Standartlar düşürüldükçe, dil bilmeyen, alanlarındaki gelişmeleri takip edemeyen, ünvanı âdetâ üzerine iliştirilmiş gibi duran profesörler ortalığı dolduracak. Bunların hâkim olduğu üniversitelerin yetiştirdiği insanların vasıfları da kaçınılmaz olarak düşecek. Bunun ülkeye bir yararının olmayacağı açık.
Akademik dünyada yukarılara tırmanmak isteyenlerin, gittikçe yükselen standartlara sahip olmaları gerektiğini bilmeleri gerekir. Sistem buna göre dizayn edilmelidir. Yabancı dil bilgisi üzerinden konuşalım. Bugün doktora programlarına 55 dil puanıyla girmek mümkün. O zaman dil puanı, söz gelimi yardımcı doçentlikte 65, doçentlikte 75 ve profesörlükte 85 olmalıdır. Ancak bu tarz bir kademelendirmeyle, statü yükseldikçe kalite yükselir ve vasıflar çoğalır, yukarıya çıkar.
Bu çerçevede profesörlüğün pür idarî bir kadro olması da hiç doğru ve âdil değil. Büyük çaba harcayan ve akademik dünyaya ciddî katkılarda bulunanların da, neredeyse vaziyeti idare ederek yıllarını boş geçirenlerin de profesör olabilmesi tuhaf bir durum. Profesörlük meselesi de yeniden düşünülmeli. Belki de profesör olmak peşinde koşanlardan ikinci bir dilde okuma becerisi istenmeli; eskiden olduğu gibi bir “takdim tezi” yazmaları talep edilmeli.
Tasarlanan değişiklikte, doçentliğin profesörlük gibi bir tür idarî kadroya dönüştürülmek istenmesi de hiç isabetli görünmüyor. Bence doçentliğe yükseltmede negatif ve pozitif ayrımcılık yapılmasına çok müsait olan sözlü sınav kaldırılmalı, ama doçentlik jürileri basılı eserler üzerinde daha ciddî çalışmalı. Doçentlik raporlarının kalitesi, rapor yazanların kalite ölçütlerinden biri olarak görülmeli. Başvuru dosyalarının ciddiyetle değerlendirilmesi, gerekirse maddî ve manevî özendiricilerle teşvik edilmeli. Kamu baskısı ve denetimi getirmek için, belki de doçentlik raporları kamuya açılmalı.
Devrimcilikten uzak durarak yola devam
Üniversitelerde başka problemler de var. Bunlar ayrı konular. Son söz olarak usül ve metot meselesine tekrar dikkat çekmek istiyorum. Elbette üniversiteleri iyileştirmeye çalışmalıyız. Hiçbir kurum gibi üniversiteler de bu tür gayretlerden müstağni olamaz. Ama devrimci bir yöntemle ilerleme yanlışlığına düşmemek, adım adım gitmek, mesleğin istek ve ihtiyaçlarını her kesimi dinleyerek tespit etmeye çalışmak, daha sağlıklı ilerlemeye yardımcı olacaktır. Cumhurbaşkanının ve hükümetin bunu yapabileceğine inanıyorum.