Seçim öncesinde Batı’nın etkili yayın organlarında çıkan yazıları ve seçim sonrasında Türkiyeli bazı aydınların seçim yorumlarını okuyanlar herhalde ülkenin giderek açık bir kavga yaşayacağını düşünmüşlerdir. Nitekim bu değerlendirmelere göre ülke diktatörlüğe yönelmiş ve bir ‘demokrasi koalisyonu’ tarafından alt edilmişti. Otoriter bir hükümet olan AKP’nin ultra otoriter liderinin bu yenilgiyi hazmedememesi, aşırı tepkisel davranması, müdahaleciliğini artırması beklenirdi. Böylece ‘demokrasi cephesinin’ kendi içinde daha da kenetlenmesi, gerilimin derinleşmesi ve bir tür ‘Türkiye baharı’ yaşamamız mukadder gibiydi…
Ancak kendinizi yanıltmanın da bir sınırı var. Hayat eninde sonunda her önermeyi gerçeklikle sınıyor. Nitekim bu beklentilerin hiçbiri gerçekleşmediği gibi hayat tam aksi yöne gitti. Erdoğan onu ille de diktatör olarak görmek isteyenlerin pek anlamayacağı bir biçimde Baykal ile görüştü, sağduyulu bir çağrıda bulundu ve bu süreçte kendi mütevazi rolünü tanımladı. Muhalefet parti başkanlarının hepsi seçim öncesindeki söylemlerini bıraktılar ve AKP ile muhtemel bir koalisyonun kapısını aralamaya çalıştılar. AKP Genel Başkanı Davutoğlu ise zaten ilk andan itibaren ortaya işbirliğine açık olgun bir tutum koydu. Türkiye bir koalisyona gidiyor, çünkü erken bir seçim hiçbir muhalefet partisine yaramıyor.
Ortada basit bir gerçek var… Şu an seçim olsa AKP büyük ihtimalle birkaç puan fazla alarak çoğunluğu sağlar. Dolayısıyla muhalefetin öncelikli işi seçim yaptırmamak! Öte yandan muhalefetteki üç partinin birleşip hükümet kurmaları neredeyse anlamsız bir önerme. Aralarında ideolojik farklılıklar olduğu için değil. Neticede bu ideolojik farklılıkları bir yana bırakarak AKP karşısında güç birliği yapmayı yadırgamadılar. Ama mesele şu ki bu bir ‘demokrasi koalisyonu’ değildi, çünkü gerçekte karşılarında diktatörleşen bir iktidar bulunmuyordu. Bazı aydınların parlatması üzerinden böyle bir aura yaratılmasına çalışıldı ve muhtemelen Batı’da bir ‘gerçeklik’ olarak algılandı. Ama gerçek epeyce farklıydı…
Erdoğan’ın seçim sürecinde müdahaleci davranmasının nedeni anayasayı değiştirme imkanını bir an önce elde edebilme isteğiydi ama bunu bizzat kendi tabanına anlatamadı ve bu isteğini zorlaması geri tepti. Diğer bir deyişle AKP istese de otoriter bir yönetim kuramaz, çünkü her şeyden önce kendi tabanı bunu istemiyor… İşin ilginç yanı bunu diğer partiler için söyleyemeyiz. Yani eğer o partiler bu tabanlarıyla çoğunluk olsalar otoriterliği çok daha kolay benimserler. Diğer bir deyişle ‘demokrasi koalisyonu’ diye sunulan muhalefet aslında sosyolojik ve ideolojik olarak kendi içinde güçlü bir otoriterleşme eğiliminin taşıyıcısı.
Bu tespitin basit bir uzantısı var: Eğer muhalefet gerçekten de bir araya gelip koalisyon kurarsa kavga ortamı daha da şiddetlenir, muhtemelen AKP’ye zarar verebilecek birçok hamle yapılır, ama ilk seçimde kimse AKP’nin yüzde elliyi aşmasını engelleyemez. O nedenle muhalefet partileri aslında kaçınılmazla karşı karşıyalar: Kendi içlerinde gerçek anlamda bir demokratik değişime hazır olmadıkları sürece AKP’ye mahkumlar.
‘Demokrasi koalisyonu’ yere düşüp boncukları dağılan bir kolye gibi. Muhalefet partilerinin her biri şimdi en güzel elbisesiyle yaza davet balosuna gelmiş, bir taraftan nazlanırken aslında en son dansa kaldırılıp prensle evlenecek nedime olma hayali içindeler. Şaşırtıcı değil… Sonuçta normalleşen bir ülkede yaşıyoruz ve herkes nasibini alıyor.