Ana SayfaYazarlarYeni anayasa egemenliği hak sahiplerine vermelidir (2) Toplumsal egemenlik sorunu

Yeni anayasa egemenliği hak sahiplerine vermelidir (2) Toplumsal egemenlik sorunu

 

Demokratik bir devletin yapısı ve işleyişine yönelik bir tartışmanın kökeninde egemenlik kavramı olmalıdır.

 

Mevcut haliyle yürütülen demokrasi tartışmaları, egemenlik hakkının gerçek sahibi olan toplumun rolünü, sadece örgütlü sivil toplum aracılığıyla iktidar süreçlerinde yer alması gereken bir boyut olarak görüyor ve bu rolü denetim ve katılım olarak tanımlamakla yetiniyor. 

 

Dikkat edilirse, Türkiye’de sivil toplum katılımına ilişkin önerilerin neredeyse tamamı toplumsal egemenliği değil, bürokratik-kurumsal egemenlik anlayışını destekler niteliktedir. Çünkü hep, çeşitli resmi kurumların sivil toplumun “görüşüne başvurması” yahut sivil toplumu “dikkate alması” üzerinden katılım talepleri ileri sürülüyor.

 

Oysa temel sorun katılım değil egemenliğin kaynağı ve kullanım biçimidir. Bu bağlamda öncelikle egemenlik-toplum ilişkisi tartışma konusu yapılmalıdır.

 

Bu tartışma ve faaliyetin çerçevesinin, aşağıda bazı örnekleri verilen ilkesel yaklaşımlara göre oluşturulması son derece önemlidir. Egemenliğin hak sahiplerini belirleyici konuma çıkaran ilkesel yaklaşımlar başlıca şu noktaları kapsamalıdır:

 

* Topluma ait egemenliğin bölünemezliğinin benimsenmesi;

 

* Egemenlik hakkının gerçek sahibi olan toplumun, egemenliği temsil edecek kurumları doğrudan belirlemesi; bu bağlamda hem yürütmenin hem parlamentonun yerelden merkeze piramit yapılar şeklinde doğrudan halk tarafından seçilmesi;

 

* Egemenliğin düzenleyici temsilinde, en yüksek karar organı olarak ülke seviyesinde parlamentonun, yerel seviyelerde yerel meclislerin konumlandırılması; egemenliğin icrai temsilinde, doğrudan halkın seçtiği icracıların yerelden merkeze yapılandırılması;

 

* Egemenliğin fonksiyonlarına (yasama, yürütme ve yargı) ilişkin yapıların en üst düzenleyici egemenlik organı (parlamento) tarafından  biçimlendirilmesi;

 

* Kuvvetlerin ayrılığı ve bağımsızlığı ilkesinin yapısal değil fonksiyonel ayrılık ve bağımsızlık olarak kabul edilmesi;

 

* Toplumun egemenliği temsil eden organlara seçtiği kişilerle ilişkisinin emredici vekâlet olarak düzenlenmesi (örneğin geri çağırma hakkı);

 

* Toplumun egemenliği temsil eden organları iki seçim arası dönemde sürekli denetleyecek araçlara sahip olmasının sağlanması;

 

* Toplum adına egemenliğin en yüksek karar organı olarak görev yapan meclislerin karar alma süreçlerinde, toplumun sadece örgütlü yapıları aracılığıyla değil, bireysel katılım mekanizmaları aracılığıyla da yer almasının sağlanması;

 

* Toplumun, egemenliğin temsilcisi olan meclislerin faaliyetinde hem karar ve işlem önerisinde bulunan, hem karar ve işlemleri itiraz yoluyla değiştiren, hem de karar ve işlemlerin uygulanmasını denetleyen bir pozisyonda konumlandırılması (yasa teklifinde bulunma, itiraz edici referandum hakkı, sivil denetleme ve inceleme komisyonları gibi);

 

* Toplumun yürütme faaliyetlerini hem meclisler aracılığıyla hem de doğrudan denetleyen bir pozisyonda konumlandırılması (örneğin bağımsız idari otoritelerin idari ve bürokratik yapılar olmaktan çıkarılması, çeşitlendirilmesi, yani sadece sektörel denetimle sınırlı yapılar olmaktan çıkarılması, devlet pratiklerini denetleyen — kamu denetçiliğini aşan seviyede — yapılar oluşturulması ve toplum tabanlı yapılara dönüştürülmesi);

 

* Toplumun yargı adaletinin gerçekleşmesi bakımından karar alma süreçlerinde etkili olabilecek mekanizmalara sahip olması (meslekten olmayan yargıç, jüri sistemi, toplumsal hayatı etkileyen makro seviyeli yargısal kararların iptali mekanizması).

 

Ancak böyle bir tartışmanın üreteceği kavramsal bilgiler çerçevesinde, demokratik devlet yapısı ve işleyişine ilişkin toplumsal ihtiyaçlara karşılık veren somut talepler ortaya konabilir. Aksi takdirde demokrasi tartışması (TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonunun faaliyetinde görüldüğü gibi) bir hukuk tekniği tartışmasına indirgenerek toplum ve egemenlik ilişkisinde yabancılaşmayı sürdüren ve hattâ güçlendiren bir etki yapar.

 

Batı tipi demokrasilerin yaşadığı krizin temel kaynağı da toplum-egemenlik ilişkisinde üretilen yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma nedeniyle Batı tipi demokrasiler bireye değil örgütlere ve kurumlara dayanan yönetim biçimleri üretmeye koyuldu. Görünürde bireyin önemli olduğu, ama gerçek hayatta davranış kültürünün her boyutuyla bireyi belirleyen sistemlere dönüştü.

 

Bireyin özgür iradesinin, ister otoriter ve totaliter egemenlikle bastırılması, isterse kurumlar ve örgütlerle baskılanması, sonuçta aynı hayat pratiğini üretiyor. Her iki olasılıkta da egemenlik hakkı bireyin elinden alınmış oluyor.

 

Elbette siyasal toplum açısından kurumlar ve örgütler kaçınılmazdır ve önemlidir. Ancak kurumlar ve örgütler toplumun hem bireysel hem kolektif hayatını kolaylaştıran araçlar olarak yapılandırılırsa ve tüm karar süreçlerinde toplumun bireysel ve kolektif iradesi etkili olursa, o zaman gerçek anlamda demokratik bir sistem kurulur.

 

Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin yeni anayasa yapım sürecinde şimdiki aşamanın, egemenlik ve toplum arasındaki doğrudan ilişkiyi açığa çıkaracak ve bunu toplumsal bilince katacak bir faaliyet yürütmek olduğu görüşündeyim. Zihniyet dönüşümü sağlamaya, egemenlik ve toplum arasındaki yabancılaşma ilişkisini kırmaya yönelik bir faaliyetin gerekli olduğunu düşünüyorum.

 

Hatırlarsanız, yakın geçmişte hukukçulara, hattâ sadece anayasa hukukçularına sipariş edilen yeni anayasa konusu, yürütülen çalışmalar sonucunda artık farklı bir noktaya taşındı.  Özellikle (Yeni Anayasa Platformu) YAP’ın faaliyetleri başta olmak üzere, yürütülen çalışmalar sonucunda “anayasa yapma hakkının halka ait olduğu, milletin görüşlerini esas alan bir anayasa yapılması gerektiği” yaklaşımı, son dört yılda hiç kimsenin karşı çıkamayacağı bir fikri güç haline geldi.

 

Anılan pratiğin esin kaynaklarından biri olduğunu düşündüğüm “Akil İnsanlar Faaliyeti” de toplumsal egemenliğin siyasal süreçleri belirlemesi bakımından son derece özgün ve başarılı bir deneyim olarak ortaya çıktı.

 

Bu örnekler sebebiyle “egemenliğin topluma ait olduğu, toplumun iradesine aykırı egemenlik kullanmanın meşru olmadığı” yaklaşımını güçlü bir fikre dönüştürmenin mümkün olduğu görüşündeyim.

 

Ancak bu yönde yürütülecek bir faaliyetle, sistem içi iyileştirme çabasında bulunma pozisyonundan, sistemi tartışma ve yeni bir sistem önerme konumuna geçilebilir.

 

Örneğin Anadolu’da halk toplantıları yaparak “Egemenliğin Asıl Sahibi Ne Diyor” ana fikri ile tüm temel sorunlarımızı ele almak; bu sorunların çözümünün bir aracı olarak yeni anayasadan ve yeni anayasa ile yeniden yapılandırılması gereken devletten toplumun beklentilerini ortaya koymak; başkanlık sistemi gibi hükümet biçimi tartışmalarına toplumun nasıl baktığını açığa çıkarmak, etkili çalışmalardan biri olabilir. Ayrıca, toplumun beklentilerini aslında “egemenliğin asıl sahiplerinin, siyasetçilere ve kurumlara talimatı” olarak tercüme etmek son derece önemlidir.

 

İşte bu noktada, demokrasilerin temel güvencesi olarak ileri sürülen denge ve denetleme sistemine de farklı bir gözle bakmak gerekir.  Kanımca gerçek bir demokraside “resmi kurumların” birbirini dengelemesi ve denetlemesi yeterli güvence olamaz. Diğer bir deyişle, kurumlar arasındaki denge ve denetleme meselesi üzerine kafa yormak, tartışmak, optimum sonuçlara ulaşmak gereklidir, ama hiçbir biçimde yeterli değildir.

 

Egemenliğin gerçek hak sahibi olarak toplumun belirlediği ve gerçekten demokratik bir denge ve denetleme sisteminde aslolan, sivillerin iradesinin belirleyici olduğu bir dengeleme ve denetleme faaliyetidir. Bu da sadece sivil toplum örgütlerine resmi kurumlar yanında bir yer vermekle karşılanabilecek bir ihtiyaç değildir.

 

Sonuç olarak sivillerin iradesinin (kolektif ve bireysel olarak) süreci belirlediği bir denge ve denetleme sistemi, ancak egemenlik tartışması üzerinden kurulabilir. Başka bir anlatımla, artık “özgürlük toplumunun” ihtiyaçları üzerinden bir siyasal sistem arayışına girmek gerekir.

 

- Advertisment -