Türkiye eski tipteki, Ortaçağa ait dünya imparatorlukları geleneğinden gelen bir ülke. İmparatorluğun kalıntıları ve mirası arasında ataerkillik, Ortaçağ düşünce sistemine sahip olmak, yeniliklere açık olmamak, gelenekselliğin bağnazlığa varan şekilde muhafazası, değişen toplumsal yapıyı ve evrensel olguları görememek, anlayamamak ya da anlamaya kapalı olmak, dogmatizme ve lider kültüne olağan gözle bakmak var. Milliyetçilikle beslenen Yeniçağ sorunlarını da eklersek listeyi şöyle tamamlayabiliriz: İnsan hakları alanını yalnızca kendine ve cemaatine uygun görüp “öteki”lerin hakları, mutluluğu ile ilgilenmemek… Dışlayıcılık, “başka” olanı kabullenmemek, birlikte yaşama kültürünü geliştirememek… İmparatorluk mirasının kültürel veya ahlaki açıdan olumlu yanları da var elbette, ama bunlar şimdiki yazının konusu değil.
Böyle bir altyapıya oturan bu ülkede siyasal liderlik, çoğu zaman kültler yaratmakla özdeşleştirildi, ya da öyle anlaşıldı. Lider kültü, eşsiz, bir ve tek imparatora (ya da cumhuriyet rejiminde onun yerine geçen “büyük kurtarıcı” lidere) kayıtsız şartsız itaat ve tapınma ile oluşan suni ve geçici bir tutumalış; insan eliyle yaratılan bir siyasi kültür özelliği, bir kurgulama ve inanış biçimi. Kabilesel kültüre ve buna denk düşen davranış kalıplarına dayanıyor; bu yönden insanları rahatlatıcı bir yanı var. Öyle ya, bir lidere tapınıp her şeyi ondan beklemek, pek çok sorumluluğu da üstlenmemek demek.
Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşunda, lider kültü belirli siyasi çevrelerce ve aydınlarca bilerek ve isteyerek yaratıldı; böylece imparatorluktan cumhuriyete geçişin daha kolay olacağı hesaplanmış olabilir. Gerçekten de geçişi kolaylaştırdı mı, tam emin değilim, bunu araştırıyorum yıllardır;ama sonrasında bu yaratılan kültün büyük toplumsal rahatsızlıklara yol açtığını görmek mümkün.
Cumhuriyetçilerde hal böyleyken, onların hasmı durumundaki ulema, dindarlar, dini cemaatler arasında bu açıdan durum neydi? Kanımca, gelenekselliğin ve muhafazakârlığın savunuculuğunu üstlenen bu kesimlerde de, farklı adlar ve biçimlerle tezahür etse bile, lider kültü günlük ve siyasi yaşama gömülüydü.
Bugüne gelelim. Her iki kesimde de gök kubbenin altında değişen fazla bir şey yok bu açıdan. Reel politika açısından bakıldığında “liderlik” aslında, yönetimin, bugünkü genişletilmiş terimiyle “yönetişim”in gerektirdiği sağduyu ve kapsayıcılığı hakkıyla yerine getirmek demek. Liderlik bir “kült” yaratmak demek değil. Lider kültü geleneğine yaslanmak yeni bir şey söylememektir. Yeni bir lider kültü yaratmak, bugün her şeyden çok ihtiyacımız olan demokratik kültürü geliştirmeye yaramaz.
Yeni kültlere ihtiyacımız yok.
Bugün ihtiyaç bölünmüş, kamplara ayrılmış/ayrıştırılmış bir toplumda yeniden iletişimi, birlikte yaşama kültürünü, birbirini duymayı, karşılıklı saygıyı, barışçıl ve olumlu bir siyasal kültürü ve anlayışı geliştirmek. Evet, bunu başarabilecek yeni insanlara ihtiyacımız var.
Şahsen, bugünkü anlaşıldığı ve uygulandığı biçimiyle liderliğe inanan biri değilim. Liderliğin kollektif bir ruha ve yapıya dayanması ve rotasyonla sürekli el değiştirmesi gerektiğini düşünürüm. Klasik anlamdaki liderliğin insanları güçsüzleştirdiği, yaratıcılıklarını kaybettirdiği ve topluma yapabilecekleri katkıları hiç derekesine indirdiğini düşünme eğilimindeyim. Yeni liderlere değil toplumsal yönetişim birimlerine, çalışma gruplarına, yatay örgütlenmelere ihtiyacımız var. Gücün temerküzüne değil, gücün dağıtılmasına; yeni ellerde, kollektiflerde yeniden biçimlenmesine ve denenmesine ihtiyacımız var.